Avrupa’da yaşayan bir Akdenizli: Albert Camus

Nisan 17, 2012

Avrupa’da yaşayan bir Akdenizli: Albert Camus

Çizer: Alp İz

 

Avrupa’da yaşayan bir Akdenizli, Humprey Bogart tarzını benimsemiş ünlü bir entelektüeldi.

“Camus: Bir Ahlakçının Portresi”, hayatı, edebi eserleri, felsefi yazıları ve politik duruşu arasında köprüler kurarak ünlü yazar ve düşünür Albert Camus’nün detaylı bir portesini gözler önüne seriyor. 

Tüm büyük yazarlar gençleri etkiler; Albert Camus onlardan biriydi. Başta, İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki nesle hitap ediyordu. 1960’ların başlarında komünizme meyli olan Parisli entelektüeller ondan hoşlanmasalar da on yılın sonlarına doğru radikal öğrenciler arasında en çok okunan yazar haline geldi. Oldukça popülerdi. Bunun nedeni, Camus’nün felsefenin kalıcı sorunlarıyla uğraşan bir sanatçı olmasıydı. Varoluşçuluktan nefret etse de birçok temel varoluşçu fikri yaygınlaştırdı. Camus, Avrupa’da yaşayan bir Akdenizli’ydi. Klasik bir tarza sahip bir modernistti. Hem anti-faşist direnişin bir üyesi hem de bir barış yanlısıydı. Hem bir partizan hem de içe dönük biriydi. Ve hem bir entelektüel hem de trençkotu ve sigarasıyla Humphrey Bogart’ın tarzını benimsemiş bir ünlüydü. Ancak popülerliği, yaşamının ve eserlerinin çelişkili özelliklerinden daha fazlasına dayanıyordu. Camus, sadece eski totaliter görüşlerin çöküşünü değil, yeni yeni kabul gören insan haklarını da öngörmüş bir düşünürdü. Eserleri, idealizmle kuşkuculuğu, bütünlükle sevecenliği, halka bağlılıkla özel hayatın anlamı, isyan inancıyla sınırların tanımlanmasını birleştirir. Albert Camus, ölümünden elli yıl sonra bugün, 20. yüzyıl Fransız edebiyatının en büyük ahlakçılarından biri olarak görülmektedir.”
İletişim Yayınları’ndan çıkan “Camus: Bir Ahlakçının Portresi” kitabının önsözünde yazar Stephen Eric Bronner, 20. yüzyılın en önemli entelektüel figürlerinden biri olan Albert Camus’yu işte bu sözlerle tanımlıyor. 
 

EHLİLEŞTİRİLEN CAMUS
ABD’deki Rutgers Üniversitesi’nde siyaset bilimi, karşılaştırmalı edebiyat ve Alman dili bölümlerinde ders vermekte olan ve çağdaş siyaset kuramı, biyografi, tarih ve kültür alanlarında yirmi beşten fazla çalışmaya imza atan Bronner, Camus’ye hayranlık duyan bir akademisyen olduğunu da açıkça ifade ediyor: “Gençliğimde, ‘68 kuşağı olarak isimlendirilen diğer birçok kişi arasından ilk olarak Camus’yü okudum. Onun totaliterliğe olan karşıtlığından ve hümanizminden, tuhaf karamsarlık ve iyimserlik bileşiminden ve bireysel mutluluğa ve duyusal deneyimlere olan arzusunu unutmadan politik dünyayı ele alışından etkilendiğimi hatırlıyorum” diyor ve ekliyor; “Onun bireysel sorumluluk ve açıklık ve düşünce kalitesi anlayışları benzersizdi. Asil duyarlılığı ve özgürlüğün yeniden inşa edilmesine katkıda bulunma hevesi, kinizme ve çağdaş entelektüeller arasında oldukça yaygın olan göreceliliğe karşı hâlâ bir antidot niteliğindeydi.” 

İşte bu yüzden Bronner, “Camus: Bir Ahlakçının Portresi”ni ünlü yazara bir saygı duruşu olarak niteliyor ve daha tarafsız bir Camus portresi ortaya koymak için kolları sıvıyor. Zira bugün bile günümüz gençleri arasında hararetli tartışmaların merkezinde olan Camus’nun hem kendisi hem de felsefesi üzerine yapılan yorumların sonu asla gelmiyor. 
“Aşırı sol kanattakiler, onun ‘Akdenizli ölçülülüğü’nü eleştirirken, anti-faşizmini onaylıyordu. Postmodernistler onun kozmopolit “kimlik”eleştirisinden ya da hümanizminden pek haz almasa da özerklik endişesini onaylıyordu. Aşırı sağcılar Camus’nün politikasından kuşku duyuyor ancak onun anti-komünizmini ve sağduyusunu övüyorlardı. Bazı muhalifler onun bastırılmış dinî eğilimleri olduğunu söylüyordu. Ancak liberal merkez kesimin Camus’yle hiçbir sorunu yoktu. Liberallerin birçoğu, onu Batı değerlerinin, kapitalist demokrasinin ve hatta bazen de ‘tarihin sonu’nun sadık bir temsilcisi olarak görüyordu” diyor Bronner ve bu portreyi yazma sebebini açıklıyor: “Camus’nün bu şekilde ehlileştirilmesi bana tuhaf bir şekilde rahatsız edici geldi. Bu nedenle tüm eleştirilerin yanı sıra, onun kozmopolit-liberal-sosyalist savunularına da açıklık getirecek bir portresini sunmayı seçtim.” 
Bronner’in kitabı bildik biyografik bilgilerle açılıyor: Albert Camus, 7 Kasım 1913 günü Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Ergenliğine kadar bu Fransız sömürgesinde yaşayan Camus’nün bu deneyimi onun ileride her iki kıtanın adamı olmasını sağlayacaktı. Yoksul bir aileden gelen Camus’nün babası 1914’te, o henüz bir yaşında iken, babası I. Dünya Savaşı’nda öldü. Annesi ise sağırdı ve okuma yazma bilmiyordu. Evlerinde hiç kitap yoktu. Büyük annesi ve annesi asla espri yapmaz ya da konuşmazdı; onlar kaderci, karamsar ve metanetli kadınlardı… Bronner’e göre Camus’nün yaşamı, ekonomik isteklerle kuşatılmış zorlu bir varoluştu. “Tam anlamıyla bir hassasiyet yaratmak için para olmadan belli bir süre boyunca yaşamak yeterlidir” diye yazan Camus’nün çocukluk deneyimleri, ona sefaletin ne demek olduğunu öğretti ve her sınıftan insanla iletişim kurabilme yetisini kazandırdı. Aynı zamanda çekingenliği ve ağırbaşlılığı da çocukluğundan mirastı.
Bronner kitabında Camus’nün fikirlerinin nasıl geliştiğini de işte bu kişisel hayatı, edebi eserleri, felsefi yazıları ve politik duruşu arasında köprüler kurarak detaylı bir şekilde gözler önüne seriyor. Camus’nün eserlerini detaylı bir bakışla mercek altına alırken Camus’nün bireysel sorumluluk, sahicilik, absürd deneyim, yaşanmışlık gibi kavramlarını ve bunun yanında hoşgörü, dürüstlük gibi kişisel özelliklerini işleyerek derinlikli bir portre çalışmasına imza atıyor. Yazın kariyerinin önce “anlamsız bir dünyada anlam yaratma çabası”na odaklanan absürd konseptine odaklanışını, ardından İkinci Dünya Savaşı döneminde direniş, karşı çıkış, insanların dayanışması ve güçlü ve şeytanı olana karşı duruş konularına yönelişini ve hayatının son 10 yılında ideolojiler ve fanatik düşüncelerin hepsini reddedişini gözler önüne seriyor. Kısacası Camus’nün düşünsel ve sanatsal üretimini inceleyen Bronner, bir “ahlakçı” olarak nitelediği yazarın eserlerini yaşam öyküsüyle birlikte ele alıyor. 
Yani kitap felsefe, politika ve edebiyat alanlarına ilgi duyan okura ilgi çekici bir malzeme sunarken, Camus’nün yazdıklarının neden önemli olduğunu ve olmaya devam edeceğini bizlere açıkça anlatıyor.

Mine Akverdi – Vatan Kitap (17 Nisan 2012)

Paylaş:

Yorum yapın