Albert Camus: Özgürlüğün peşinde koşan bir entelektüel

Ocak 28, 2009

Albert Camus: Özgürlüğün peşinde koşan bir entelektüel

Çizer: Alp İz

 

“Peşimden gelmeyiniz, size önderlik edemeyebilirim. Önümden yürümeyiniz, sizi takip edemeyebilirim. Yanımda yürüyün yalnızca ve arkadaşım olun.”

Kuzey Afrika kıyılarının doğusuna (Mağrip) ilk yerleşenler Berberilerdi. Halen de Cezayir halkının yüzde yirmisini Berberiler oluşturmaktadır. Bölge önceleri Kartaca, Roma ve Bizans etkisi altında kaldıktan sonra İslâm dini ile tanışır ve Arap ırkının bir uzantısına dönüşür.

On altıncı yüzyılın başlarından itibaren Kuzey Afrika, Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine geçer. Şimdiki Cezayir coğrafyasındaki yerel Osmanlı yönetimi on sekizinci yüzyılla birlikte iç işlerinde daha bağımsız bir hale gelir ve zamanla bölge İstanbul’un denetiminden tamamen koparak Fransızların etki alanına girer.

Cezayir, 1830 yılından itibaren bir Fransız sömürgesine dönüşür ve yönetim Fransa’ya bağlı sivil kadrolara devredilir. Avrupa’dan gelip bölgeye yerleşen ve Pied-Noir adı verilen Hıristiyanlar bu gelişimden memnundur. Buna karşın toprağını, temsil gücünü tümüyle kaybeden yerli halk baş kaldırır. İlk ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırılır. Ama I.Dünya Savaşı boyunca yerli halk yeniden örgütlenmeye başlar. Bağımsızlık arayışları onlarca yıl devam edecektir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ivmesi artan bu hareketlere Fransızlar şiddetle karşılık verir. On binlerce insanın hayatına mal olan ve altı yıl süren özgürlük mücadelesinin ardından 1962 yılında Cezayir bağımsızlığını ilan eder.

Ne yazık ki bu bağımsızlık hareketleri sırasında ve sonrasında ülkemizi yönetenler Fransızların yanında yer almayı tercih etmiştir.

“Cesareti olmayanlar kendilerini haklı gösterecek bir felsefeye sığınırlar.”

1913 yılının 7 Kasım günü Cezayir kıyılarından yüz km. kadar içerde küçük bir kasabada bir erkek çocuk dünyaya gelir. Adını Albert koyarlar. Annesi İspanyol ırkından gelme, okuma yazması olmayan bir temizlik, babası Lucien ise ziraat işçisidir. Aradan iki yıl geçmeden Lucien, I. Dünya Savaşı’nda cepheye sürülerek bir Fransız sömürgesinde yaşamanın bedelini hayatıyla ödeyecektir. Cezayir’in Pied-Noir’larına mensup Albert’in ailesi yine aynı topraklarda yaşayan amcasının yanına sığınır. Kasap olan amcası zeki bir insandır, onun himayesinde Albert edebiyat dünyasıyla tanışır. İlköğrenim döneminde başarılı olunca lise tahsili için burs kazanır. Ardından Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi almaya başlar. O yıllarda para kazanmak için çeşitli işlerde çalışmakta, aynı zamanda da futbol oynamaktadır. Üniversite takımının da kalecisidir. Geçirdiği ağır verem spor hayatını sona erdirir.

Albert Camus üniversite eğitimini tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir. Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa zamanda ayrılacaktır. Önce Fransız Komünist Partisi’ne, ardından da 1937’de Cezayir Halk Partisi’ne üye olur. Gerçekte Marx ve Engels’den çok Fransız düşünürler Malraux ve André Gide’nin eserlerini okumakta ve onların fikirlerine yakınlık duymaktadır. Bağımsız düşünceleri yüzünden Troçkist olarak nitelendirilip partiden uzaklaştırılır.

“Bir yazar her şeyden önce okunmak ister, aksini iddia edenlere hayranlık duyalım, ancak inanmayalım.”

Camus’nün ilk yayınlanan eseri, derlenmiş makalelerinin yer aldığı L’envers et L’endroit – Tersi ve Yüzü (1937) adlı kitaptır. Bir yıl sonra Fransa’ya taşınır. İki yıl boyunca Cezayir Yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit ayırabilecektir. O yıllarda tanıştığı bir Fransız piyanist olan Francine Faure ile evlenir.

Camus, yazar olmanın dışında hayatının belli bölümlerinde tiyatroya büyük yakınlık duyar. Paris’teki ilk yıllarında bir tiyatronun sahibidir. Sahnede rol alır, yönetir, oyunlar yazar. İlk tiyatro eseri 1938 yılında kaleme aldığı Caligula’ dır. Cinnet getiren bu Roma İmparatorunun dramını konu etmesi nedeniyle absürdizmin bir savunucusu olarak nitelendirilecektir. Absürdizmi, herhangi bir mutlak yaratıcı olmadığı varsayımıyla, insanlığın bu evrende bir anlam bulma arayışının eninde sonunda başarısız olacağını iddia eden felsefi bir düşünce akımı olarak tanımlayabiliriz. Tanımlarla, belirleyici kalıplarla sınırlanmış düşünce akımlarından hayatı boyunca uzak duran Camus “Eğer hiçbir şey bir anlam ifade etmeseydi haklı olabilirdiniz. Ancak hâlâ bir anlamı olan şeyler var hayatımızda” diyerek bu sınıflandırmaya da karşı çıkmıştır.

“Duru bir dille yazanların okurları; muğlak, karmaşık yazanların ise yorumcuları vardır.”

Camus’nün ilk yankı uyandıran çıkışı 1942 yılında yayınlanan L’Etranger – Yabancı adlı romanıyla gerçekleşir. Hikâyenin ana karakteri annesinin ölümünü telgrafla haber alıp cenazeye giden Cezayir asıllı Fransız Meursault’dur. Hiçbir duygusal tepki göstermeyen genç erkek, davranışlarıyla toplumdan tümüyle kopmuş gibidir. Kız arkadaşını dövmekten ya da kumsalda gördüğü bir Arabı nedensiz yere öldürüp şarjörde kalan kurşunları da cesedin üzerine boşaltmaktan rahatsızlık duymaz. Tutuklanır, yargılanır, ölüme mahkûm edilir. Ölmeden önce ziyaretine gelen din görevlisine da bağırmaktan geri durmaz. Bir açıdan dürüst bir insandır, zira düşüncelerini tüm açıklığıyla dışarı vurmakta, kimseyi kandırmamakta ve kimsenin de kendisini yargılamaya hakkı olmadığını savunmaktadır.

Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde ilgi uyandıran bu eseri Camus’nün bir varoluşçu olarak tanımlanmasına neden olur. Henüz ünlü egzistansiyalist Sartre ile tanışmasına üç yıl vardır ve kendisinin herhangi bir görüşün savunucusu olarak etiketlenmesini  istemez. Nitekim ünlü düşünürler Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger de, belli bir düşünce akımının adıyla anılmayı reddetmişlerdi. İngiltere’de kurulu Albert Camus cemiyeti bu konudaki farklı görüşleri dile getirdikten sonra şöyle der:

“Bizim bu konuda tuttuğumuz bir taraf yok. Şunu unutmamalıyız ki, bir etiket şişede neyin saklandığını bizi söyleyebilir ancak içeriğini tam olarak açıklayamaz.”

“Mutluluk bir insanın kendisi ile yaşadığı hayat arasındaki basit uyumdan öte ne olabilir ki?”

Aynı yıl absürdizmi incelediği yüz yirmi sayfalık Le Mythe de Sisyphe – Sisifos Söylemi denemesi yayınlanır. “Felsefede tek bir önemli soru mevcuttur: İntihar. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığı felsefenin cevap vermesi gereken en temel sorudur. Diğer soruların tümü ardından gelir.” Camus, bu sorunun cevabını da kendisi vermektedir. “Hayır, intihar çözüm değil, başkaldırmak gerek…”

“Özgür basın iyi ya da kötü olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü olacaktır.”

Artık II. Dünya Savaşı başlamıştır. Geçirdiği verem nedeniyle Camus askere alınmaz. Paris Nazi ordularınca işgal edilince, çalıştığı Paris-Soir gazetesi yazarlarıyla birlikte, iki yaşındaki ikizlerini ve eşi Francine’i de yanına alıp Bordeaux’ya taşınır. Bir süre sonra da Fransız Direniş grubuna katılıp Combat adlı yeraltı gazetesinde editörlük yapmaya başlar. Önce Paris’i Almanlardan kurtaran Amerikalıları alkışlayacak, ardından Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombası atan Amerika’yı sonuna kadar eleştirecektir.

Savaşın ardından ticari bir hüviyete bürünen Combat’tan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır. En ünlü eserlerinden biri olan La Peste – Veba, 1947’de yayınlanır.

“Soylu olan isyanın kendisi değil, bizden talep ettiği şeylerdir.”

Roman, geçmişinde benzer vakalar yaşanmış olan bir Cezayir kentinde, Oran’da, aniden ortaya çıkan bir veba salgınını anlatır. Bir yanda bir süre giriş-çıkışların yasaklandığı şehirde hapis kalan insanların yaşamla mücadelesi, öte yanda doktorların bu kaotik ortamda gösterdikleri farklı yaklaşımların irdelenmesi, kendisinin karşı çıkmasına rağmen, Albert Camus’nün bir varoluşçu olarak etiketlenmesine yetmiştir. Eserin belli bölümlerinde ortaya çıkan “anlatıcı” Kafka’nın Dava adlı eserini çağrıştıran tonlamalarla dikkati çeker.

1949 yılında Camus yeniden tiyatroya döner ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryosu yayınlanır: Les Justes. İki yıl sonra yayınlanan L’Homme R’evolte – Başkaldıran İnsan adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken yayınlanan son eseri olan La Chute – Düşüş adlı romanı okurlarıyla buluşur.

1957 yılına geldiğimizde ilk kez Afrika kökenli bir yazar, Albert Camus, Edebiyat dalında  Nobel ödülüne lâyık görülür. Karar açıklanırken bu ödülün “zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan ileri görüşlü samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri” nedeniyle verildiği açıklanır.

4 Ocak 1960 günü, her zaman olduğu gibi trenle seyahat edecektir. Bileti cebindedir. Ancak dostu ve yayıncısı Michel Gallimard’ın ısrarlarına dayanamayıp onun arabasına biner. Ve bir kaza olur. Kendisi zaman geçtikçe, gerçek işime henüz başlayamadığıma olan inancım artıyordiye düşünürken bu anlamsız evrendeki yolculuğu artık sonra ermiştir.

Kaza mahalline gelenler yayınlanmamış bir eserin notlarını bulurlar. Kendi yaşamından notlar halinde düzenlenmiş bu otobiyografi, 1995 yılında Le Premier Homme – İlk Adam adıyla kızı tarafından yayınlanır.

Hasan Saraç

Paylaş:

Yorum yapın