Acaba Dostoyevski katil miydi? | Gönül Kıvılcım

Kasım 8, 2013

Acaba Dostoyevski katil miydi? | Gönül Kıvılcım

gonul-kivilcimYazarın kişiliği, yaşamından izler öyküye ne kadar giriyor? Yaşadıklarımız sızıyor elbette yazdıklarımıza, ama ne dereceye kadar? Bu soruyu cevaplamak için notlar alırken, geçmişte kalan, üstelik beni hayli düşündürten bir anım depreşti. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı etrafında gelişen bu eğlenceli anekdottan önce hayat edebiyat etkileşimi üzerine fikirlerimin bir kısmını burada aktarmak isterim.

Eğer yazarken en temel aracımız dilse ve dil yazarın yaşadığı öznel deneyimlerin bir nevi aynası ise; yazarın yaşadıklarıyla zenginleşiyor, nüanslar kazanıyor, kendine has bir renk ve şiirsellik taşıyor, onun hayatına giren kişilerin, yaşadığı olayların izlerini yansıtıyorsa, yazarın kişiliği dil dolayımıyla muhakkak yazdıklarına geçiyor demektir. Ama bunun da ötesinde okuduğumuz birçok öykünün konusu, kişileri, mekânı gerçek hayattan kaynaklanır. Cemil Kavukçu’nun öyküleri örneğin. Onun öykülerinin yapısını ve temalarını inceleyen bir araştırma*, yazarın “Pazar Güneşi” adlı öyküsünde sinemaya olan tutkusunun, “Tabanca”da jeofizik mühendisi olarak yaptığı çalışmaların, “Zor Pazartesiler”de manifaturacılık yapan babasına yardım ettiği günlerin izlerine rastladığımızı, “Gemide” ve “Gemiler de Ağlarmış” adlı kitaplarında gemide çalıştığı günlerin tortusunun bulunduğunu, “Şimdi Öldün Sen” öyküsünde ise çocukluk anılarını okurla paylaştığını söyler.

Mario Vargas Llosa, “Genç bir Romancıya Mektuplar“da “Bütün öykülerin özünde onları yaratan kişilerin deneyimleri vardır” diyor. Vargas Llosa şöyle devam ediyor. “Bu elbette bütün romanların onları yazanların gizli yaşamöyküleri olduğu anlamına gelmez; yine de en uçuk hayallerin ürünleri olanlar dahil her kurmacada yaratıcısının deneyimleriyle içten içe bağlantılı bir başlangıç noktası, bir samimiyet tohumu vardır. ”

Yani Perulu yazarın kurduğu paralelliği başka cümlelerle söylersek önemli bazı izler vardır yazarların hayatlarında ve onlar bu izleri yalınlaştırır, süsler, dönüştürür. Çiftçi nasıl tarlasını işlerse yazar da kendi hayatını, karşılaştığı insanları, tesadüfleri, kader dediğimiz o görünmez izi hayalgücünü de katarak işler, harekete geçirir masa başında.

Edebiyat dünyayı görme biçimidir ve yazarın yaşadıklarından doğru belirli filtreler edinmiş gözleridir o dünyayı bize aktaran.

Bazen deneyimlerle yazılanlar arasındaki bu etkileşimi, bilinçli olarak gizler yazar. Öyle ki yazdıklarında hayatından esintiler olduğunu ancak çok dikkatli iz sürenler anlayabilir. Bazı yazarlarsa, kartlarını açık oynayan kumarbazlar gibidirler; anlatılarının büyük bir kısmını hayatlarından gözlemler, anılar üstüne kurarlar. Catoblepas yazar diyor onlara Vargas Llosa. Yani efsanevi bir hayvan olan catoblepas gibi kendi kendinden beslenen yazarlar. Ayaklarından başlayarak kendi kendini yiyen bu akıl almaz yaratık gibi yazar da ailesini, dostluklarını, ilişkilerini, hafızasının sakinlerini bir yakıt gibi kullanır eserlerinde. Kendi deneyimlerinde eşelenen yazarlara örnek olarak Proust’u örnek veriyor Vargas Llosa. Bizden kimler geliyor akla? Leyla Erbil, Murathan Mungan, Tezer Özlü, daha geriye gidersek Sait Faik. Sait Faik’in öyküleri daha çok onun gözlemleri üzerine kurulmuştur. Beyoğlu’nu, Galata Köprüsü’nü, balık avlayanları, kendi balık yakalama hikâyelerini, Yüksekkaldırım’ı, Kurtuluş’ta bir süre kaldığı evi, sonra adaları, adalarda karşısına çıkan ve yalnızlığını paylaşan insanları gözlemlerine hislerini de katarak anlatır.

Murathan Mungan’ın “Paranın Cinleri” otobiyografik öykülerdir. Şimdilerde devamını yazdığını söylüyor. Ama “Üç Aynalı Kırk Oda” kitabında yer alan “Karanlık İşaretler” öyküsünde de yazarın hayatından izler vardır. Mardin, halalar, ilk cinsel deneyimler… Aynı şekilde Leyla Erbil de, ‘ben’ini, hayatını, açıkça metinlerine katarak kendini ele veren kumarbazlardandır, diyebiliriz.

Yazar itirafların elini güçlendireceğini hisseder, ama edebi mayayı iyi tutturabilmek için, benim yaralarımın başkalarını ne kadar ve nereye kadar ilgilendireceğinin muhasebesini yapmak gerekir. Yaşadıklarımın insani ve evrensel bir boyutu vardır. Kırılmışlıklarımın, incinmişliklerimin ötesinde okuru ilgilendirebilecek bir çekirdek.  İşte o çekirdek çok erkenden oluşur.

Yazar gizlese de gizlemese de yazacağımız öykülerin çok eskilerde, geçmişte, çocuklukta şekillendiği kanısındayım. Çünkü hassasiyetlerimiz, kırılganlıklarımız o zamanlardan kalmadır. Ve bu dünyanın anlamını da o hassasiyetler belirlemiştir.

Bir kayıp, eksik sevgi, sevdiklerimizin geçirdiği kazalar, hastalıklar, yakınlarımızın intiharları, bir sürgün.

Gözümüzü biraz da uzak kaldığımız hikâyelere çevirirsek Kürt edebiyatında sürgünün hayli baskın bir tema olduğunu fark ederiz. Henüz on bir yaşındayken köyünden ayrılan, Diyarbakır’da, Nusaybin’de, Mersin’de yaşadıktan sonra 1980’de Türkiye’den ayrılarak İsveç’e yerleşen Kürt yazar Hesenê Metê’nin yaşadıkları; para birimi, bayrağı olmasa bile kendi coğrafyasını, kahramanlarını üreten sürgün, yazdıklarına sızmıştır.

“Sancı” adlı öyküsünde sürgünde abisiyle buluşan ve ailesinin yazar olma isteğini kendisine ileten abisiyle söz düellosuna giren bir Kürt gencini, düşüncelerini,  sancısını anlatır Metê. Ama söz konusu sancı sadece kahramanın değil, dili yasaklı bu yüzden uzunca bir süre kendi yazarlarını üretememiş bir halkın sancısıdır.

Vargas Llosa biz konuyu seçmeyiz konu bizi seçer diyor. Eğer alıntılırsak aynen şöyle sözleri:  “Bence yaşam… yazara bilincinde ve bilinçaltında iz bırakan belli deneyimler üzerinden konular dayatır, sonra da onları öykülere dönüştürerek başından atabilmesi için yazarı kışkırtır.”

Peki yazar bu kışkırtmaya gelecek ve okurunu büyülerken yaşamından kesitler kullanma cesaretini gösterebilecek midir? Eserin özgün olacağı açıktır, ama bazı pürüzler doğurabileceğini unutmamalı. “Kasaba ve Yalanlar” adlı öykü kitabımdaki hikâyeleri yolladığım üç yayınevinden biri, ellerine ulaşan dosyalar arasında en fazla beğenilenin benimki olduğunu belirtiyor, ardından da acı haberi veriyordu: dosyanızın basılabilmesi için otobiyografik öykülerinizi değiştirmenizi istiyoruz.

İyi ama onlar neyin otobiyografik neyin kurmaca olduğunu nereden biliyorlardı? Kitaba adını veren “Kasaba ve Yalanlar” adlı öykümde örneğin, babanın ikinci bir evi vardır, yani bir metres tutmuştur kendine. Edebiyata en az benim kadar düşkün olan öz babam anneme daha da düşkündü ve bizim böyle bir ikinci evimiz olmadı geçmişte. Oysa kitabımı okuyan bir arkadaşım,  tabiri caizse, uydurduklarıma inanmıştı. “Yazık sana,” dedi gözlerimin içine bakarak. Anlamamıştım; babamın hikâyesini bizim hikâyemiz sandığını anlattı… Kasaba, kasabalı insanlar, ailem hakkında bazı gözlemler, bunlar kitabımın tamamını benim hikâyem yapmıştı arkadaşımın ve değişiklikler talep eden yayınevinin gözünde. Tamam dediysem de bir iki cümle değişikliği dışında elimden gelmedi öykülere kıymak. Zaten çok geçmeden başka bir yayınevinin haberi ulaştı ve kitap basıldı.

Yazarın öykülerinde hayatından esinlenmesi sakıncalı mıdır ve eğer öyleyse hangi sakıncaları içerir?

Anlaşılan, yazar hayatından esinlense de esinlenmese de okur Vargas Llosa ile hemfikir, yani bütün öykülerin özünde onları yaratan kişilerin deneyimleri olduğunu düşünüyor.

Gelelim bu yazı için hafızamda eşelenirken ansızın hatırladığım Dostoyevski meselesine. Bir tatil kasabasında hayat gailesinden vakit bulmuş, edebiyattan, Dostoyevski’den, eserlerinin hala kıymetinden hiçbir şey yitirmemiş olmasından konuşuyorduk. “Suç ve Ceza”yı hatırladıkça gözleri sanki Raskolnikov’un işlediği cinayete tanık olmuşçasına büyüyen bir arkadaşım, eserin geceleri uykularını kaçırdığını anlatıyor ve bunu söylerken sigaraları içmiyor adeta yiyordu. “Biliyor musun” dedi sigarasından bir fırt çekip, “o kitabı okuduktan sonra ben şuna emin oldum: Dostoyevski kesinlikle birini öldürmüştür hayatında. Yoksa ne o kitabı ne de o karakteri yazamazdı.”

Acaba büyük Rus yazarı gerçekten katil miydi? Görünen o ki biz ne hayaller kurarsak kuralım, okurun gözünde yazdıklarımız hayatımızdan izdüşümlerdir. Yani yazarın yaşamından izler onun itiraf ettikleriyle ya da etmedikleriyle her halükarda sızmıştır basılı metne.

* Meltem Karakoçan, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, 2007

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (8 Kasım 2013)

Paylaş:

Yorum yapın