Yaşasın video öykü! (10-uygulama)

Mayıs 30, 2013

Yaşasın video öykü! (10-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “üç” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

Duvarlar[*] | Gonca Şahin

Bu şehir kâbuslarından hiç uyanamıyor. Hep gömleksiz kalıyor. Bebelerin battaniyelerini çekiyor üstlerinden. Annelerin başlarındaki oyalı tülbentlere uzanıyor elleri. Ama yine de örte örte bitiremiyor ayıplarını.

Şoför “son durak” diyor çatallaşmış sesiyle. İnmeden evvel son defa bakıyorum avucumdaki buruşmuş gazete parçasına. Ne yana gideceğimi bilemiyorum. Elimde bir adres de yok. İyot kokusu var. Unutulmuş bir dilde konuşan kimliksiz çocuklar var. Araya gerilmiş tel duvarlar var. Ancak bir adres yok. Duvarları soruyorum mahalleliye. Kimse bilmiyor. Duyan, gören olmamış.

Yürüyorum. Yürüdükçe duvarlar ayaklarıma dolanıyor. Derisi soyulmuş, kemikleri ayrılmış, lime lime doğranmış etleri gibi, duvarları çıkıyor karşıma her durağında bu şehrin.

Neden sonra konteynırlardan atık kâğıt toplayan soluk benizli çocuğun peşine düşüyorum. Gidiyor, gidiyorum. Duruyor, duruyorum. Konuşmak istiyorum ama nerden başlayacağımı bilemiyorum. Soluklanmak için oturuyor. Elini heybesine daldırıyor. Çok bacaklı, çok göğüslü, çok kalçalı bulvar gazetelerinden birini çekiyor. İçinden iki sayfayı çekip çıkartıyor, katlıyor, yanına koyuyor. Eliyle “otur” işareti yapıyor. Oturuyorum. Düşüş hikâyesini anlatan körpe fahişeler gibi açıyor ellerini. “Kader” diyor, “hayat” diyor, “oldu bir kere” diyor. “Aldırma” diyorum, “herkesin acıklı bir hikâyesi var”. Elimdeki buruşmuş gazeteyi gösteriyorum. Duvarların hikâyesini soruyorum. “İki sokak ötede” diyor. Ben kalkarken o çöpleri karıştırıyor, kokmuş yemek artıkları ve kırılmış bira şişeleri arasından sayfaları dağılmış bir kitap çıkartıyor. Bense düş görüyorum gün ortasında: dünyanın tüm çöplerini dökmek ortaya ve yalansız bir öyküsünü yazmak insanlığın. Mümkün mü?

Çocuk sokakların ve çöplerin dilinden konuşuyor. Ben duvarların arkasındaki rutubetli hayata aralarken kapıyı bir çift yeşil göz bilindik bir dilde sesleniyor:

“Buradan çıkış yok”.

“Çıkmaya gelmedim” diyorum. “Çocuklar” diye başladığım cümle dudaklarımın arasında donuyor sanki. Bir çift yeşil göz, duvardaki kırmızı boyayla yazılmış büyük puntolu slogana bakıyor. Duvarların ötesinde herkes ve her şey konuşuyor. Araba kornaları, sokak satıcıları, gemi düdükleri, martılar, sokak köpekleri… Duvarların berisinde bir suskunluk başlıyor. Duvardaki Kiril harflerine mıhlanan gözler ne demeye çalışıyor bana? Sınırların kustuğu bebekler, büyük kırmızı puntoların altında bir gecede yaşlanıyorlar mı demek istiyor? Yurtlarını sırtlarında taşıyan çocuklar savaşın açtığı yaralara kamburlar eklerken çocuk olmaya vakit bulamazlar mı demek istiyor?

Gidiyor. O, şimdi yasak dünyaya ilk adımını atıyor. Ben de yürüyorum. Lanetlilerin arasındayım. Buruşmuş gazeteye ihtiyacım yok artık. Rezidansların ayakuçlarında uyuyan derme çatma kulübeler birer ikişer gerinmeye başlıyor. Kapılar gıcırdıyor.

Bir kruvaze gemisi kıyıya yanaşıyor. Dünyanın başka yerlerinde sınırlar, bebekler kusmaya devam ediyor. Yanaşacak bir kıyı bulamayan bebekleri, denizler bile kabul etmiyor. Denizler, bebekler kusuyor dünyanın dört bir yanında. Karalar, denizler yetmiyor bir avuç insana.


[*] Fenerbahçe Mülteci Kampı’ndan göç ettirilen Çeçen çocuklara ithaf olunur.

 ***

Çığlık | Müzeyyen Öner

Gözlerimi açtığımda gözkapaklarımın oluşturduğu karanlıktan pek de farklı olmayan başka bir karalığın tuzağında buldum kendimi. Ürkek bir yavru kuş gibi önce etrafımda tanıdık bir yüz aradım, beni kendime getirecek bir ifade ya da anılarımda yer bulmuş tanıdık bir nesne. Daha önce hiç aşina olmadığım, yüzeyi nemden kabarmış, köşelerini örümcek ağları kaplamış küflü bir tavanla karşılaştım. Gözlerim bu odanın loş ışığına daha fazla alışmaya başlamıştı ki bir çığlık sesi, ucu keskin ve can yakmak için inceden bilenmiş bıçak gibi acımasızca kulaklarımı tırmaladı. Sonra tüm bedenimin kalelerini tek tek ele geçirdi. Soğuk bir ürpertiyle beraber artık bedenim daha fazla bu çığlıkla mücadele edemez oldu. Beynimden başlayıp ayak parmak uçlarıma kadar yayıldı. Tüm benliğimi ele geçirmeden önce son bir gayretle, iki elimle destekleyerek kendimi kalkmaya zorladım. Titreyen ellerim bana hiç yardımcı olmuyordu. İkinci denemede güç bela kalktım.

Odanın ortasındaki masaya doğru ilerlerken her adımda bir bacağım dize kadar batağa saplanıyor onu çıkarmaya çalışırken diğeri batıyordu. Sırtımdan boşanan terler gömleğimin her yerini ıslatmıştı. Eğer çığlığın kaynağını bulursam bu eziyete bir son verebilirdim. Çığlık çekilmez bir hal alıyor, gittikçe arsızlaşarak ağzındaki kanları etrafa yaymaktan çekinmeyen bir canavara dönüşmeye başlıyordu.

Dünyanın bütün yükünü sırtlanmış gibi yorulmuştum. Masanın hemen yanındaki sandalyeye yaslandım. Başımı hafifçe kaldırdığımda duvardaki saati gördüm. Akrep ve yelkovan tam on ikide buluştuğunda kilise çanını andıran gonk sesi beni bunaltan çığlığın arkadaşı oldu. Sonra yakınlardan bir yerde bir telefonun sesi duydum. Umutla başımı o yöne çevirdim, bana yardım edecek, beni bu kâbustan uyandıracak biri; bana ulaşmak isteyen biri olabilirdi. Ama hayır! Bu çığ gibi her zaman yeni sesleri yutarak büyüyen canavarın bir oyunuydu. Ahizeyi kaldırmadan hemen yanında içerisinde yarıya kadar su dolu sürahinin içine bıraktım. Sanki boğulmak istemeyen bir canlı gibi baloncuklar yükseldi ama çığlık buna rağmen acısını arttırmıştı.

Yalpaladım. Vücudumda bir uyuşukluk baş gösterdi. Önce ileri, sonra geri, sonra tekrar ileriye doğru devrilirken sürahinin üzerinde bulunduğu örtüyü de beraberimde sürükledim. Bedenim taş dolu büyük bir çuval gibi yere yığılırken cam kırıkları tüm bedenimi parçalara ayırdı. Her parça ardında kanlı izlerini bırakarak yavaşça yok oldu. Odayı kaplayan kan göle dönüşürken çığlık unutuldu.

***

Üç Kişilikli | Öykü Toros Irvana

Ben anlatmaktan bıktım, o dinlemekten bıkmadı. Her hafta yepyeni soru öbekleriyle çıkıyor karşıma. Allah, peygamber sabrı bahşetmiş vallahi. O manyak benim, bu deli senin ömrü tükeniyor. Ha ben deli değilim, o ayrı. Ama gel de kabul ettir. Bir kere deli olsam kendi evimde kalmama izin verirler mi hiç? Gerçi çok uğraştılar, dil döktüler, raporlar hazırladılar, gene de kapatamadılar hastaneye. Korktular belki de, oradaki delileri de akıllandırırım diye.

Babasının hayrına yapmıyor ya bu işi, cebini dolduruyor. Kafamdan kabataslak bir hesap yaptım, her hafta sadece üç hastaya baksa bile, aylık kazancı imrenilir cinsten. Hatta çalışmayı geçtim, muayenehanedeki eşyaları satsa, alacağı para epey idare eder onu. Şu koltuğa bak, ceylan derisi, tonla para. Ne gerek var sanki? Alt tarafı bir deli üzerine kıçını koyacak, derdini söyleyip beyhude çabalarla derman arayacak.

Onca yıl okumuş, yüzlerce kitabı hatmetmiş, onca deli görmüş geçirmiş ama bana bir türlü teşhis koyamadı. Çift kişiliklilik dese değilmiş, şizofreni dese değilmiş. Bir de yanımda konuşuyorlar, sanki duymuyormuşum gibi. Kulaklarım anten gibi maşallah, kelimesi kelimesine duyuyorum hakkımda konuşulanları. Üstelik anlıyorum da.

Oysaki bana sorsa, ben biliyorum hastalığımı: Üç kişiliklilik. Üç kişi yaşatıyorum içimde. Bir günün her öğününü paylaştırıyorum onlara, gül gibi geçinip gidiyorlar. Sabah birinin, öğle birinin, akşam birinin. Gece oldu mu da birlikte uyuyup, gündüz birlikte uyanıyorlar. Hangisinin vaktiyse, o geçiyor başrole, diğerleri çekiliyor geriye. Ben şikayetçi değilim halimden, alıştım hepsine. Üçüyle de çok iyi anlaşıyorum. Ama o, öyle düşünmüyor. Bıkmadan usanmadan her hafta beni buraya getiriyor. Her gün üç kere, avuç dolusu ilaçla odama geliyor; hepsini yutana kadar başımdan ayrılmıyor. Her gece uyuduğumu sanıp pencerenin önündeki koltuğa büzüşüp usul usul ağlıyor. Oysaki bir anlasa… Hasta değilim ki üç kişilikliyim sadece, hepsi bu.

 edebiyathaber.net (30 Mayıs 2013)

Paylaş:

Yorum yapın