İnsan ırkı merakıyla yaşar ve o merak en küçük bir ışık huzmesi göremeden, yaşam olarak isimlendirdiğimiz bu süreç ne yazık ki sona erer. Elbette ki “düşünen” canlılar olarak kafamızı en çok meşgul eden şey de varoluşumuzu ilgilendiren sorular. Öncelikle “Niye geldik?”, daha sonra “Geldiysek ne diye gidiyoruz?” ve son olarak da “Son durağımız neresi?” sorularını kendimize sorar dururuz. Bu bitmek tükenmek bilmez sarmaldan kurtulmayı kim istemez? Ancak ne yazık ki kendimizi umarsızca kandırarak labirentteki birer deney faresi oluşumuzu unutmaya çabalarız.
Lakin bu sıkıntıların üstesinden gelmeye çalışanlar da olmadı değil. İlk başlarda tözün araştırılmasına ön ayak olan filozofların açtığı yollardan uzun bir süre ertesinde pseudo-scientist yani sahte biliminsanları olarak bilinen simyacılar yürüdü. Aslında bugün kullandığımız araç gereçlerden bazılarının prototiplerinin “varlık” ve “varlığın özü” uğraşlarının sonucunda ortaya çıkması da ayrıca ilginç bir durum.
Öte taraftan, var olan varlığın detaylı araştırılması ise nefes alan, kıvrak zekâ sahibi, biraz da sinirli modern otacılara (doktor) kaldı ki zaten meraklı olan bir insanın bir de üzerine geçirdiği hekimlik sıfatıyla mesleğinde gelişme sağlamaması olanak dışı bir durum. Bilindiği üzere bu doktorların bir kısmı da etiğin sınırlarında saklambaç oynamaktan epey zevk aldı. Durumun garip tarafı ise ebe olmayı seven bu doktorların çoğunun Rus topraklarında ikamet etmiş olması. Sovyetler Birliği’nin agresif gelişme politikasıyla birlikte tıbbi araştırmalara verdiği destek daha ortada bile yokken çok sayıda akıl almaz ameliyat sahne aldı bu topraklarda.
Rus edebiyatının medar-ı iftiharlarından Mihail Afanasyeviç Bulgakov da bu ilginç deneylerden etkilenmiş olacak ki alegorisi için Köpek Kalbi adlı eserinde başrolü bir köpekle bir cerraha ayırmış. Bu kısa roman Ekim Devrimi’nden 1925’e kadar çekilmiş olan çilenin saklı bir eleştirisi aslında. “İstibdat dönemi” olduğu için “sakıncalı” kategorisinde yıllarca nadasa bırakılan Köpek Kalbi bu yüzyılda, bu kısa geçiş döneminde dahi güncelliğini korumayı başarmakta.
Kısaca romandan bahsetmek gerekirse, bir çığır açma düşüncesinde olan başkarakter, sokaktan alelade seçtiği bir köpeği küfürbaz, çokbilmiş bir insan-hayvana çeviriyor. Ameliyatın ertesinde köpek daha çok insanlaşıp köpek özelliklerini bir tarafa bırakıyor bırakmasına, ancak bu süreç içerisinde de yaratıcısına çektirmediği kalmıyor. Her şeyden bıkan, yaptığından pişman olan doktor da yeni bir ameliyatla köpeği eski haline çeviriyor.
Aslında anlatı Frankenstein ya da Modern Prometheus’un daha bir modern versiyonu. Bu sefer ölü beden parçaları değil, canlı hayvan bedeni kullanılmakta. Üstelik de beden bitmek bilmeyen bir evrime maruz kalıyor. Bu küçük detaylar elbette ki Bulgakov’un küçük zekâ manevralarından başka bir şey değil. Öyle ki Bulgakov bu evrime işaret ederken Sovyet despotizminin insanları nasıl makineleştirdiğinin sade bir yakınmasında bulunuyor. Herkesin birbirine benzemeye başladığı bu toplumda bu büyük yazarın, insanları aydınlatmak uğruna tehlikeleri göze alarak kaleme aldığı bu eser gerçekten okunmaya değer.
Bu roman öyle etkili olmuş olacak ki (bu benim naçizane fikrim) Vladimir Demikhov adındaki Sovyet doktor bir dizi çılgınca nakil ameliyatına girişiyor. Belki inanamayacaksınız ama bir köpeğin kafasını başka bir köpeğe naklediyor. Bu aklınıza mitolojik bir canlıyı da getirmiş olabilir. Hani şu Hades’in yönettiği Yeraltı Dünyası’nın (Tartaros) bekçisi olan üç başlı köpek, Kerberos. Belki bir baş eksik, ama biz bu ilginç deneyle de idare ederiz diyorsanız araştırmak sizin elinizde.
Son olarak, Köpek Kalbi‘yle ilgili şu söylenebilir; kısa oluşu ve temiz çevirisi satın aldığınız günü eğlenceli kılacaktır. Benden söylemesi. İyi okumalar…
Onur Işık – edebiyathaber.net (23 Mayıs 2013)