Dan Brown: İstanbul’a çarpan kuyruklu yıldız | Hasan Saraç

Mayıs 23, 2013

Dan Brown: İstanbul’a çarpan kuyruklu yıldız | Hasan Saraç

“Tarih daima kazananlar tarafından yazılmıştır. İki kültür çatıştığında, kaybeden imha olur, kazanan taraf ise kendi değerlerini yüceltip mağlup ettiği hasmını aşağılar. Napolyon’un dediği gibi, ‘Tarih, üzerinde anlaşılan bir masaldan başka nedir?’”

22 Haziran 1964 günü Amerika’nın kuzey doğusunda New Hampshire eyaletinde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Exeter Akademisi’nin başarılı matematik hocası Richard Brown ve dini müzik yorumcusu Connie Brown bu ilk oğullarına Dan adını verirler. Çocukluğunu ve gençlik yıllarını Exeter Akademisi kampusunun güvenli ortamında geçiren Dan, yüksek öğrenimi için yakınlardaki Amherst College’ı seçer. 1986 yılında İngilizce ve İspanyolca dili ve edebiyatı eğitimini tamamlar.

“Anlamının farkında olmadan dünyada yaşamak, kitaplara dokunmadan büyük bir kütüphanede dolanmaya benzer.”

Asıl tutkusu müzik olan Dan, 1991 yılında Hollywood’a gider, geçimini temin etmek için de bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya başlar. İş ortamında tanıştığı, kendisinden on iki yaş büyük olan Blythe Newlon, Dan’a müzik çevrelerinde destek olmaya çalışırken aralarındaki ilişki aşka dönüşür. İki yıl geçmeden Hollywood macerası sona ermiş, genç çift Dan’in doğduğu yere, Exeter’e geri dönmüştür. İngilizce öğretmenliği yapan Dan hâlâ yolunu ararken, bir gerilim romanından esinlenip ilk romanını yazmaya karar verir. 1997 yılında evlendiği Blythe, sanat tarihi araştırmaları yaparak kocasına yazarlık hayatında da destek olmaya devam eder. 1998 yılında yayınlanan Digital Fortress – Dijital Kale büyük bir başarı elde etmese de Dan Brown’ın yazarlık kariyerine ilk adımını atmasına yetmiştir.

“Tanrı tüm dualara cevap verir, ancak bazen ‘hayır’ der.”

Hocalığı bırakıp zamanını tümüyle yazmaya adayan Dan Brown, 2000 yılında Angels & Demons – Melekler ve Şeytanlar, ardından Deception Point – İhanet Noktası ile yeniden okurlarının karşısına çıkar. Yazmaya devam etmese pek az kişinin hatırlayacağı bir yazar olarak kalacakken, 2003 yılında The Da Vinci Code – Da Vinci Şifresi adlı yeni romanı ile Dan Brown muazzam bir çıkış yakalar. Artık kraliçe koltuğunda Agatha Christie’nin oturduğu, aşk romanlarında Barbara Cartland, macera romanlarında Harold Robbins, korku romanlarında Stephen King’in başköşeleri tuttuğu çok satanlar sarayının merdivenlerinden çıkmaya başlamıştır. Soğuk savaş döneminin yazarları Johannes Mario Simmel, John le Carre, Robert Ludlum; gerilim türü eserlerde Arthur Hailey, Irwing Wallace, John Grisham; Western türü eserlerde Louis L’Amour gibi ünlü çoksatar yazarların kulvarında koşmaya başlayan Dan Brown, Hollywood’un desteğini de alınca kısa sürede vites değiştirecek, kanatlanıp uçmaya başlayacaktır. Fantastik kurguların şövalyesi J.R.R. Tolkien, Harry Potter mucizesinin yaratıcı prensesi J.K. Rowling ile James Bond serisinin mimarı Ian Fleming’in başına konan Hollywood adlı talih kuşu artık kanatlarını Dan Brown için çırpmaya başlamıştır.

“Zaman bir nehirdir, kitaplar ise tekneler.”

Dan Brown’ın hayalinde vücut bulan Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon, Tom Hanks’in hayat verdiği karizmatik karakterle bütünleşip sinemalarda seyircisi ile buluştuğunda artık pazarlama dişlileri tam yol dönmeye ve eşine az rastlanır bir Dan Brown fenomeni yaratmaya başlamıştır. 2006 yılında “Da Vinci Şifresi” ve 2009 yılında “Melekler ve Şeytanlar” gösterime girdikten sonra meraklı okurların Paris, Londra, Roma, Vatikan turları başlar.

İman evrenseldir. Onu anlamaya yönelik spesifik yöntemlerimiz ise keyfidir. Bazılarımız İsa’ya dua eder, bazılarımız Mekke’ye gider, bazılarımız atomaltı parçacıkları inceleriz. Neticede hepimiz sadece o kendimizden büyük olan gerçeğin peşinde koşarız.”

Kriptoloji, gizli anahtarlar, semboller, şifreler, komplo teorileri, gizli ittifaklar, tarih boyunca oluşan efsaneler gibi kavramları bir kuyumcu titizliğiyle kurgusuna işleyen Dan Brown daha önce hiç denenmemiş bir çok satar formülünün mucidi olmanın keyfini sürmekte, 300 milyonu geçen satışları ile kısa sürede tarihte en yüksek rakamı yakalayan ilk beş yazar arasına girmek için gün saymaktadır. Dan Brown’a göre semboller bir dilin, kelimelerin ağırlığını taşımaksızın muazzam mesajlar içermektedirler. Şeffaf ve evrensel kavramlarla yüklüdürler.

“Bilim Tanrı’nın var olması gerektiğini söyler bana, aklım ise Tanrı’yı asla anlayamayacağımı. Kalbimse anlamamın gerekmediğini.”

Bugün elli yaşında olan yazar, bir soru üzerine, hâlâ her zamanki gibi sabah saat dörtte masasının başına geçip çalışmaya başladığını, eskiden beri tanıdığı dostlarıyla özel hayatını sürdürmeye devam ettiğini, ilk günden beri sevdiği harika bir kadınla evli olduğunu ve bankadaki parasını düşünmeden, disiplini bırakmadan, çalışmaya devam edeceğini söylemiştir.

2009 yılında yayınlanan The Lost Symbol – Kayıp Sembol adlı beşinci eserinden sonra uzun bir sessizliğe gömülen yazar, Inferno –Cehennem adlı altıncı ve son romanında Floransa ve Venedik’teki kiliselerde, sarayların gizli koridorlarında bir süre gezdirdiği okurlarını, kendi ifadesiyle üç imparatorluğun merkezi olmuş, insanlık tarihi kadar eski, dünyanın incisi İstanbul’a götürecektir.

İki bin yıl önce Tanrı ve Tanrıçaların dünyasında yaşardık. Bugünse yalnızca Tanrıların dünyasında yaşıyoruz. Kültürlerin çoğunda kadınlar ruhani güçlerinden uzaklaştırıldılar.”

Cehennem adlı 574 sayfalık gerilim romanının gizemli düğümü İstanbul’da çözülecektir. Nefes kesen son yüz sayfalık finale geçerken yazar İstanbul’u şöyle tanıtır okurlarına:

“Eski Bizans başkentinde akşam olmuştu.

Marmara Denizi’nin kıyısında yanan ışıklarla birlikte camiler ve ince minarelerinden oluşan şehir silueti aydınlandı. Akşam namazı vaktiydi ve şehirdeki hoparlörlerden ibadet çağrısı yapan ezan sesleri yankılanıyordu…

İnançlılar camilere koşarken şehrin geri kalanı işlerine devam ediyorlardı. Gürültücü üniversite öğrencileri biralarını içiyor, işadamları anlaşmalarını yapıyor, tüccarlar baharatlarını ve halılarını pazarlıyor ve turistler büyülenmiş bir halde olan biteni izliyorlardı… “

“Zeki insanlar aptal taklidi yapma lüksüne sahip değildirler.”

Her başarı öyküsü ardında karmaşık bir iz bırakır. Dan Brown henüz yolun başında olmasına rağmen zehirli okların hedefi olmaya çoktan alışmak zorunda kalmıştır. Kendisinin bir film yıldızı ya da şarkıcı olmadığını, spotlar altında yaşamak istemediğini, yazarların kendilerinin değil yazdıklarının ön plana çıkması gerektiğini söylese de, edebiyat eleştirmenlerinin ve meslektaşlarının saldırılarından kurtulamaz.

Nitekim, 1988 yılında Şeytan Ayetleri adlı eserin yayınlanmasından sonra İran yönetimi tarafından ölüme mahkûm edilen Hint asıllı İngiliz yazarı Salman Rüştü şöyle der: “Da Vinci Şifresi’nden başlatmayın beni… o kadar kötü bir roman ki, kötü roman tanımını bile aşağılıyor… Dan Brown bile yaşamalı. Tercihan yazmamalı, ama yaşamalı.” Bir Amerikalı yazar, Nelson Demille ise farklı düşünmektedir: “Dan Brown ülkemizde yaşayan en zeki, en başarılı, en iyi yazarlardan biri. Da Vinci Şifresi zeki gerilim romanlarının birkaç çentik üzerinde; dahice.” Deneyimli bir gazete eleştirmeni ise durumu şöyle özetlemiş. “Da Vinci Şifresi’nin yazılışı berbat, karakterler çizgi roman kahramanları gibi, diyaloglar bazı yerlerde azap veriyor, sanki bir bilgisayar el kitabı gibi, her şey abartılmış, tekrar edilmiş – öte yandan kahrolası kitabı elinizden bırakmak mümkün değil!

Her zaman olduğu gibi son kararı okurlar verecek.

Büyük bir ihtimalle hem Ayasofya hem de Cehennem romanında adı geçen tüm diğer tarihi yarımada mekânları yakın zamanda meraklı okurların uğrak yerleri olurken, sakin bir Amerikan kasabasının bir evinde her sabah saat dörtte ışıklar yanmaya ve yalnız bir adam masasının başında yeni hayaller kurmaya devam edecektir.

Hasan Saraç – edebiyathaber.net (23 Mayıs 2013)

Tüm yazıları>>>

Paylaş:

Yorum yapın