Psikanalizm ve kültürel oyun kuramı üzerine bir inceleme: “Şeyh ve Arzu” | Hazel Melek Akdik

Mayıs 3, 2013

Psikanalizm ve kültürel oyun kuramı üzerine bir inceleme: “Şeyh ve Arzu” | Hazel Melek Akdik

Psikanaliz ve felsefe üzerine kitapları bulunan Saffet Murat Tura, 2002 yılında yayımlanan Şeyh ve Arzu adlı kitabında, varlığın mahiyetine ilişkin teorik bir tartışma yürütmektedir. Tura, belli başlıklar altında bölümlendirdiği çalışmasının merkezine, düşünce tarihinin temel meselelerinden biri olan dünyevilik-uhrevilik sorununu konumlandırmaktadır. Dünyevilik-uhrevilik sorunu, insanın varoluşunu ve evrendeki yerini sorgularken esas alınması gereken önemli bir tartışma konusudur. Yazar, kitabında yer verdiği kuramsal verileri tartışmaya açarken edebiyat metinlerinden de yararlanmıştır.

Kitabın kuramsal çerçevesi psikanaliz, tarihselci-yorumsamacı felsefe geleneği, Marksizm, arkeoloji ve kültür tarihi gibi farklı disiplinler aracılığıyla çizilmiştir. Tura, birbirleriyle çelişseler de bütün bu disiplinlerin esasında oyundan doğduğunu vurgular ve düşüncelerini temellendirirken “oyun-gerçeklik” kavramını sıklıkla kullanır. Bir başka deyişle, oyunun kendine özgü bir gerçekliği olduğundan hareketle kültürün kendisinin de oyunlardan kurulu bir yapı olduğunu ifade etmek için “oyun-gerçeklik” kavramına başvurur. Tura’nın ifadesiyle oyun-gerçeklik şöyle tanımlanabilir:

“İster saklambaç, futbol ya da monopol, ister üretim ilişkileri, tüketim süreci ya da aile, isterse tiyatro veya sanat olsun, oyun daima kendi gerçekliğini kurar. Doğal örgütlenme tarzları olan kültürel oyun dünyalarında homo-sapiensler dilsel bir anlatı çerçevesinde birbirine görelilikleriyle tanımlanan mütekabil konumları işgal eder ve böylece oluşan oyun tek tek hiçbir homo-sapiensin kontrol edemediği bir gerçeklik hâlini alır. Gadamer’den yola çıkarak şöyle denebilir; kültürler de insan aracılığıyla nesnel bir oyun oynar.” (146)

Tura’nın insanın ve varlığın “ne”liğine dair düşünce ve değerlendirmelerinde oyun-gerçeklik kavramı önemli bir yere sahiptir. Kitabın ilk bölümünden itibaren bu kavramdan yararlanılarak tarihsel, edebî ya da kurgusal örnekler ekseninde psikanalizin eleştirel bir yorumu yapılmaktadır.

Kitabın ilk bölümü “Şeyh ve Ayna” başlığını taşımaktadır. Yazar burada, 17.  yüzyılda Üsküp’te yaşamış olan Asiye Hatun’un şeyhine yazdığı mektuplardaki rüya anlatıları analiz edilerek bazı problemlere değinir. 1994 yılında tarihçi Cemal Kafadar tarafından Rüya Mektupları adıyla yayımlanan bu mektuplardaki rüyalar, psikanalitik açıdan ele alınmaya elverişli bir sistematik yapıya sahiptir. Saffet Murat Tura, bu rüya metinleri odağında farklı bir zamanda ve ortamda yaşamış olan bir insanın kişiliğini, çocukluğunu, anne babasıyla ilişkilerini, kişiliğinin hastalıklı yönlerini saptamaya çalışır. Aynı zamanda Asiye Hatun üzerinde düşünürken psikanalitik kurama eleştirel bir yaklaşım sergilemeyi de amaçlar. Tura’nın çalışması, Freud’un Schreber Vakası, Leonardo da Vinci’nin Çocukluk Anısı gibi kurgusal analiz niteliğindeki çalışmalara da benzer.

Öncelikle belirtmek gerekir ki mektuplardaki rüyalar, “Asiye Hatun’un idealize ettiği şeyhi için ve onun tarafından onaylanmak, kabul edilmek, mertebe almak için görülmüştür” (19). Tura’nın tespitine göre bu rüyalarda Asiye Hatun’un narsistik bir karakter sergilediği görülmektedir. Ayrıca narsistik karaktere ek olarak ödipal bir yön de söz konusudur. Örneğin cinsellik, çocukluk çatışmaları ve kompleksleri gibi psikanalizin yoğunlaştığı sorunlar bu rüyalarda belli metaforik ifadelerle kendini gösterir. Tura’nın rüyalarla ilgili olarak vurguladığı bir diğer nokta ise bunların sistematik bir silsile içinde ilerleyen anlatılar olmasıdır.

Tura, yaptığı analizle birlikte yürüttüğü kuramsal tartışmalarını şöyle sonuçlandırır: Asiye Hatun’un şeyhiyle ilişkisinde bağlı olduğu cemaatin onayını alma, bu cemaat içerisinde itibar görme gibi arzuları belirleyicidir. Öyleyse Tura’nın ifadesiyle “insani arzuyla cemaatçi iktidar arasında ilginç bir dinamik söz konusudur” (45). Freud’un en temel insan güdülenmesini haz ilkesi olarak konumlandırmasına karşılık Nietzsche, iktidar arayışının arzunun yönünü belirlediğini savunur. Tura’ya göre arzunun şekillenmesinde “ideolojik etos ve mitos” (45) ciddi şekilde etkilidir.

Asiye Hatun birey-cemaat ilişkisinin dünyevi ve uhrevi boyutlarını gösteren bir örnektir. Entelektüeller, burjuva sınıfı, belli bir müziği icra eden ve dinleyenler, bilim insanları gibi topluluklar da birer cemaat yapısı örneğidir ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kendilerine özgü bir oyun-gerçeklik içinde belirlenmiş etos ve mitoslar etrafında toplanan insanların oluşturduğu cemaatler, arzu-iktidar dinamiklerinin yansıma alanıdır. Görüldüğü gibi Tura, cemaat kavramını geleneksel bağlamından hareketle modern cemaatleri de kapsayacak biçimde kuşatıcı bir yaklaşımla ele almaktadır. Aslında kurumsallaşmış her toplumsal pratik, cemaat niteliğindedir. Bu noktada, psikanalizin kendisinin de sorunsallaştırılması gerekir.

Tura’nın işaret ettiği üzere, psikanaliz de diğer toplumsal pratikler gibi kurumlarıyla, değerleriyle ve kendi dinamikleriyle kurulmuş bir oyun-gerçekliktir. Psikanalizin tarihsel hakikatinin bilincinde olması ve etkinliğini sorgulayarak eleştirel bir perspektiften kendini yeniden tanımlaması gerekir. Asiye Hatun örneğinden hareketle yürüttüğü tartışmayı Tura kritik bir soruyla sonuçlandırır: “Psikanalizde tarihsel ve evrensel olan nedir?” (47). Yazara göre bu soru üzerinden psikanalitik kuramın tekrar inşa edilmesi yerinde olacaktır.

Şeyh ve Arzu’nun ikinci bölümü “Bir Ses Gelseydi Eğer” başlığını taşımaktadır. Tura’nın dünyevilik üzerine değerlendirmelerini sürdürdüğü bu bölümde Freud’un yanı sıra Nietzsche ve Kierkegaard gibi modern filozoflara göndermeler yer almaktadır. Yazar, bir psikoterapi hikâyesi kurgulayarak, bireyin varoluşsal sorunlarını, kendilik problemini, varlık karşısındaki tavrını irdeler. Anne babanın bireyin karakterinin şekillenmesindeki rolünü inceler. Kurgulanan hikâyede Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’a çok yakın kişilik özellikleri ve psikolojik derinlik taşıyan tasarımsal bir hasta bulunmaktadır. Yazarın amacı, kurgusal bir terapi hikâyesi üzerinden bireyin çatışan yönlerini sorgulamak, sürüklendiği depresyonun kökenlerini saptamaktır. Suçluluk duygusu, büyüklenmecilik gibi narsistik kişilik yapılanmasıyla ilgili sorunlar bu bölümde de ele alınır. Fakat Asiye Hatun’unkinden farklı bir kişilik örgütlenmesi söz konusudur. Asiye Hatun, kendi varoluşsal süreci içinde bağlı olduğu cemaatteki konumu üzerinden mistikleşebilmiştir. Yani geleneksel kültürel oyun, bireyde bir mistik açılmayı sağlayabilmiştir. Tura’ya göre Asiye Hatun, aşkın olanın “ne”liğine dair sorduğu sorulara kısmen de olsa cevap bulmuştur. Aydınlanma sonrası modern cemaatlerde ise bunun tersi bir durum gözlenir. Oyun-gerçeklik, aşkın olana değil, dünyevi olana dayalıdır. Tura’nın deyimiyle, mistik açılma deneyimi artık sadece “modern cemaatlere dışarıdanlaşarak, anomikleşerek[*] sorulabilecek bir “ne”lik sorusu bakımından gündeme alınabilir” (85). Dışarıdanlaşma ya da anomikleşme, bireyin ait olduğu oyun-gerçekliğin meşruiyetini sorgulama düzeyinden başlayan bir süreçtir. Yazara göre düşünmek de bir anomikleşme biçimidir.

Kitabın üçüncü bölümünde yazar, “Deli Dumrul ve Dünyeviliğin Ötesi” başlığı altında kültürel birer kavram olarak Türklük ve Müslümanlığın işaret ettiği anlamları, bu anlamların toplumumuzda nasıl bir değerler sistemi oluşturduğunu sorgulamaktadır. Tura, tespitlerini Bilgin Saydam’ın 1997’de yayımlanan Deli Dumrul’un Bilinci adlı çalışmasına dayandırmaktadır. Saydam’ın kitabı, Deli Dumrul anlatısı üzerinden kendi mitolojik öğelerimize psikanalitik kuram çerçevesinde getirilen bir yaklaşım niteliğindedir. Saydam, Deli Dumrul hikâyesini “anacıl-doğal” ile “babacıl-tinsel” karşıtlıkları bağlamında ele alır.

Tura ise Saydam’ın çalışmasından ilham alarak “dünyevilik-uhrevilik” çatışması temelinde bir tartışma yapar. Tura’nın düşüncesine göre İslamiyet, Türklere “derinlemesine bir iç yaşantının, vicdani bir hakikat arayışının sancılarını taşıyan bir olgunlaşma sürecinin sonunda gelmemiş]” (89) olduğu için uhrevileşme süreci tam olarak gerçekleşmemiş, Türkler bu süreci kısa yoldan geçmek zorunda kalmıştır. Deli Dumrul, bu sancılı geçişin yansımalarını taşımaktadır. Anlatının başında kurumuş bir çay üzerine köprü kurmuş zorba bir babayiğit olan Deli Dumrul’un insanları köprüden geçmeye zorlayıp haraç alması anlatılır. Yazar, buradaki anlatımın mitlerin metaforik bağlamlarıyla değerlendirilebileceğini öne sürerek Heraklitos’un “aynı suda iki kez yıkanamazsın” sözüne atıfta bulunur. Nitekim geleneksel söyleyişe göre de zaman su gibi akıp gider.

Suyun akması ile zaman arasında kurulan ilişkiye dikkat çeken yazarın yorumuna göre, anlatının girişinde sunulan sahnede kurumuş çay, “zamanın, sürenin bittiğini, bir zamanlar akan, canlı olanın artık mevcut olmadığını, öldüğünü” (89) simgeler. Dumrul’un kurumuş çaya köprü kurup insanları üzerinden geçmeye zorlaması ise ölümü inkâr etmesi, ölüme isyan etmesi şeklinde düşünülebilir. Bu yaklaşım, hikâyenin izleğinde yer alan “komşu köylerden birinde ölen bir yiğidin ölümüne isyan edip Azrail’e meydan okuması ve Allah’ın buna kızarak Azrail’i üzerine göndermesi” şeklindeki anlatımla da örtüşür. Deli Dumrul, insanın ölümle karşılaşmasının ve böylece dünyeviliğini fark ederek kendi varoluşunu sorgulamasının anlatısıdır. Deli Dumrul’un ölümle yüzleşmesine karşın dünyeviliği aşamaması ve uhreviliğe yönelik bir bilinç geliştirememesi, Türklerin İslamiyet’i kabul sürecini problemli ve travmatik bir süreç olarak deneyimlemesiyle ilişkilidir.

Tura, kitabının sonunda görüşlerini özetleyerek bireyin özne olabilmesinde varlık karşısında şaşkınlık ve merak duymasının gerekliliğini vurgulamaktadır. “Ne”lik sorusu her kültür için vazgeçilmez bir felsefi düşünme ve sorgulama sürecini işaret eder. Sonuç olarak yazarın ifadesiyle “Bu ne böyle?” gibi basit bir soruyu sorabilme merakı, cemaatin oyun-gerçekliğinin içinde özne olabilmenin ilk koşuludur.


[*] Anomik: Süreklilik duygusunu kaybetmekte olan, kişisel ve toplumsal yükümlülüklerini ve bağlarını yitirme durumunda olan bireyin yaşadığı ruhsal bozgun.

 Hazel Melek Akdik – edebiyathaber.net (3 Mayıs 2013)

Paylaş:

Yorum yapın