Yaşasın video öykü! (8-uygulama)

Mart 28, 2013

Yaşasın video öykü! (8-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “yedi” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

Açık Denizlere Doğru | Öykü Toros Irvana

Her şey istediğin gibi oldu. İçin rahat olsun. Vasiyetini harfiyen uyguladım. On gün bekledim. On birinci gün, imzam alınır alınmaz fişler çekildi. Tüm hastanenin şalterleri indirilmiş gibi zifiri karanlık bastı her yeri. Kulakları sağır eden bir sessizlik çöktü odaya. Annenin, kardeşinin ve benim iç çekişlerimiz duyuluyordu sadece. Bir de odaya girip çıkan hemşirelerin ayak sesleri… Yüksek sesle ağlayamıyorduk, duyacağından korkarak. Gözyaşını sevmezdin. Baban belki de bu yüzden tutuyordu kendini. En çok o mu seviyordu yoksa seni?
Gömülmek istemediğini söylediğin günü hatırlıyor musun? Annenin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Senden ses çıkmayınca, bir şeyler söylemem için yalvaran gözlerini bana yöneltmişti. Kararında etkim olduğunu düşünüyordu belki de. Baban da şaşırmıştı ama annene göre daha sakin karşılamıştı kararını. En çok onun tepkisinden korkuyordun oysa. Bedenini koyamamış olsalar da bir mezar hazırladılar sana. Baban her gün papatyaların arasından ayrıkotlarını temizliyor. Annen boş mezara dua okuyor. Onların da kendilerini avutma yöntemi bu. Hatta hissediyorum, içten içe bana kızıyorlar, hiç ziyaret etmiyorum mezarını diye.
İki haftadır benimleydin. Ayrılamadım senden. Ruhun biraz daha benimle kalsın istedim. Vasiyetini geciktirdim, özür dilerim. Huzursuzsun, biliyorum. Engin denizlere açılmak, görmediğin ülkeleri görmek, masmavi sularda süzülmek istiyorsun. Vakit geldi. Köprüdeyim. Taksiciye epey dil döktüm durması için. Beni indirir indirmez bastı gaza gitti. Göreceklerinden korktu belki de. Şimdi seni özgürlüğüne kavuşturacağım. Kül rengi bir örtü olacaksın denizin üzerinde, her dalgada bir parçan eksilecek. Ama yalnız olmayacaksın, ben de eşlik edeceğim sana. İntihar değil bu, keşke öyle yazmasa gazeteler… Hep arzuladığımız seyahate çıkıyoruz biz, açık denizlere doğru.

***

Birsam | Hüseyin Şahin

Çıplak bir banktan baktı ufka. Sigara içmezdi ama canı çekerdi böyle zamanlarda. Çok geçmeden yanına oturdu. Önce bir yabancı gibi, aynı denizi izlediler birkaç yüz metrelik genişlikte. Bir sigara yaktı. Dumanından rahatsızdı ama aldırmadı. Sigarası yarılanırken burnu tanıdık dudaklardan çıkan bu tütün kokusunu kanıksamıştı. Altına tünedikleri yarım ağaç gölgesi omuzlarını tümden örtmeye yetmemişti, o mavi gök kubbe kendi tarafına çekenin elinde kalmış, üşütmüştü ötekini dikişsiz bir beyazın içinde.

Anahtarını çıkarmak için elini cebine attı. Kapının birsam gıcırtısıyla birlikte kaldırdı kafasını, anahtarını çıkarmadan cebine koydu ve içeri girdi. Yanağı ısındı birden. Bedenine yüklenen ağırlıkla kendi etrafını hızlıca bir turladı. Tütün kokan ellerini yıkamak için hızlıca banyoya koyuldu. Ocaktaki yemeğin kokusu, başka kokularla aşı edilemeyecek kadar güzel geliyordu. İyice sabunladı ellerini. Tırnak araları kül dolmuştu. Bu lekeler hatıra koksa da sadece yemeğin değil, ruhunun da tadını kaçırıyordu. Yemekleri bir bir kontrol etti koklayarak ve arkasını sertçe lavaboya dayadı. Dudakları ıslak ama elleri boştaydı.

Saçlarındaki ıslaklığı hissediyordu yavaş yavaş. Ne süratle çiseleyen yağmur ne de karşıdan gelen ve yüzünü neredeyse sıyırarak geçen şemsiyeler istifinde en ufak bir kıpırtıya neden olmuyordu. Çocukken arkadaşıyla yine böyle bir köprüden aşağı bıraktıkları taşlar nedeniyle bir araba sahibinden esaslı bir sopa yemişlerdi. Ama bu kez her şey olabildiğine sakin bir şekilde tezahür ediyordu. Yanağında şiş bir kızarıklık yoktu fakat döktüğü külleri nehre yayan her sandal, yediği tüm o tokatlardan daha fazla acı veriyordu ona. Siyah puantiyeli fularının içinden çıkardı kül dolu kabı. Rüzgâra savuracağı o yanık kokan tozlar, bedeninden arda kalandan ziyade henüz yazmadığı  mektuplarının silgi tozu gibiydi. Yazılmamış, yazılamamış mektuplar… Usulca oturdu köprünün korkuluğuna. Fark etmişti ama ayırmadı gözünü rüzgârdan. Dibini görünceye kadar savurdu, dibini görünceye kadar yeniledi bardağını. Şişe bitti. Rüzgâr almıştı hepsini. Köprüden sarkmak yasaktı.

***

Giden Daima Kazanır | Hilal Tüzün

Bir süredir ayrı yaşıyorlardı. Pek çok sebebi vardı. Örneğin, aralarına günlük yaşamın öldürücü tekdüzeliğinin getirdiği anlamlı suskunluklar girmişti ki bu hiç hayra alamet değildi.  Adamın dudaklarından koşulların gerektirdiği teselli sözcükleri döküldü:

“En doğrusu bu.”

Kadın ağlamaya başladı. Bu gibi durumlarda insanı en çok duygulandıran şeylerin içi boş sözcükler olması ne tuhaftı. Onu dizginlemenin yolunun kesinkes onaylamaktan geçtiğini zannetmişti. Canı istediği anda sevgilisinde iyi yönler görebilmek gibi olağanüstü bir yeteneğe sahipti. Yıllardır kullandığı ilaçların da bunda etkisi vardı. Aldatıldığını hissettiği halde üstünde durmamaya çalışmıştı. İşten atılmasının aynı döneme denk gelmesi ise kötü bir tesadüftü. Gözyaşlarını koluna sildi. Kendini cevaplayan sorulardan birini sordu:

“Emin olmak için bir test daha yaptırsak mı?”

“Doktoru duydun, kromozom sayısı fazla. Maddi manevi bunun altından kalkamayız. Hem ona da yazık.”

“Bebeği istememenin sebebi o kadın mı?”

“Bunları şimdi konuşmasak.”

“Ne konuşmak istersin?”

“Hiçbir şey.”

“Demek öyle.”

“Pekâlâ, bu hamileliği planladığını biliyorum. Oysa bu, tek başına alabileceğin bir karar değildi. Belki de…” Sustu.

“Belki de Tanrı beni cezalandırıyor mu?”

“Öyle demek istemedim. Yanındayım, tamam mı? Beraber atlatacağız. Yarın seni hastaneye götüreceğim. Evi boşaltmak zorunda falan da değilsin.”

Bu insaflı tavırları kadını kahrediyordu:

“Evlenecek misiniz?”

“…”

“Benden güzel mi?”

“Bunun hiçbir önemi yok.”

“Öyle ya onu seviyorsun.”

“…”

Mutlu etmek için çırpınıp durduğu insanlar teker teker gitmişti hayatından. Direnmenin anlamı yoktu. Aşırı abartılı bir dinginlikle;

“Haklısın.” dedi.

Adamın yüzü aydınlandı;

“Sabah sekizde gelirim, hazır ol.”

“Tamam.”

“Bu arada annenle konuştum, bir süre yanında kalacak.”

“Yanımda olmasını istediğim son kişi o, biliyorsun.”

“Yapma! Geçmişi ardında bırak. Birbirinizden başka kiminiz var ki? Bak, o bir adım atıyor.”

“Tabi.”

“İlaçlarını alıyor musun?”

İçmiyordu. “Elbette!” dedi.

“İstersen bu gece yanında kalabilirim.”

“Gerek yok.”

“O halde yarın görüşürüz.”

Kapıyı kapattı, sırtını dayadı. Bir eşya kadar kıpırtısız, öylece durdu. Aklına, evliliklerinin ilk yıllarında izledikleri bir film geldi. Kendisi ağlarken adamın sesi her zamanki gibi kendine duyduğu güvenle çınlamıştı: “Üzülecek bir şey yok, aşkta daima giden kazanır.”

O anda yıllardır dualarla defedemediği o düşünce gelip boğazına yapıştı. Gözlerine bugüne kadar kendini hiç ele vermeyen bir kararlılık yerleşti. Banyoya gidip uzun uzun yıkandı. Saçlarına özenle şekil verdi. Elbisesinin üzerine pardösüsünü geçirdi. Onun ilk sevgililer günü hediyesi olan fuları boynuna bağladı. Çantasını omzuna astı. Hazırdı. Mutfağa gidip sandalyeye oturdu. Bir sigara yaktı. İki aydır içmiyordu. İzmarit elini yakana kadar içip söndürdü. Ayağa kalktı, gaz ocağının düğmelerini sonuna kadar açtı. Derin bir nefes aldı. Acıklı bir zaferin gölgesi vardı yüzünde. Oturdu. Bekledi.

***

İz | Selgin Biber

“Aşkların en çok iz bırakanı yaşanmamış olanıdır” diyordu bir yerlerde sözün sahibi. Bizim hiç şansımız olmadı seninle. Biz bu şansı istedik mi bilmiyorum bile. O kadar yakın olup da birbirimizi ıskalamış olduğumuz için kime kızmalı, kimden hesap sormalı?

Artık her şey için çok geç. Yıllar sonra, hiç beklenmedik bir yerde, bir kere daha kısacık karşılaştıktan sonra arkanı dönüp yürüyorsun. Arkandan bakmak istemiyorum. Kaçamak gözlerimi yerden kaldırdığımda sen dönüp tutukça el sallıyorsun. Bir daha ne zaman karşılaşacağımızı sorarken yakalıyorum kendimi. Yıllar öncesine gidiyorum, o akşamın karanlığına doğru çekiliyorum.

İlk ve son, ikimiz için de beklenmedik sevişmemizden sonra seninle mutfakta yerde oturuyoruz. Kokun bana yabancı. Hiç hayalini kurmadığım bir düşteyim sanki. Öyle ki uyanmaktan korkmak bile benden çok uzakta. Hiç el ele tutuşmamışız, tutuşmayacağız da. Ama bunu bilmiyoruz. Sen arasına bir parça peynir koyduğun ekmeğin köşesinden keyifle lokmalar ısırıp ağır ağır çiğniyorsun. Benim elimde sadece bir bardak su var. Yudumlarım küçük ve ürkek. İkimiz de olanlardan şaşkınız. Nasıl olduğunu, ansızın karşı karşıya kaldığımız, bu bitimi belirsiz fırtınada yol alıp almayacağımızı konuşamayacak kadar yorgunuz. Son lokmanı ağzına atıyorsun. Uzanıp elimdeki bardağı alıyorsun. Lıkır lıkır bardağın tümünü kafana dikiyorsun, sıcak bir yaz gününde bir çocuğun susamışlığını dindiriyorsun sanki. Sonrasında olan ise benim bittiğim, tükendiğim an oluyor. Usulca başını omzuma koyuyorsun.

Hiç tanımadığım bir şehirde,  senin saçlarını kim bilir kaç kere dağıtmış bir rüzgâr esiyor. Ara sokaklardan geçerken yankılanan ayak seslerin uzaktaki nehirden denize açılmak üzere olan geminin düdüğüne karışıyor. Dans eden, tüy gibi adımlarla gidiyorsun evine. Seni bekleyen kimse yok, biliyorum. Daha ayakkabılarını çıkarmamışken unuttuğun bir şey geliyor aklına. Gecikmiş olabileceğini düşünüp saatine bakıyorsun. Denemeye değer olabileceğine karar verip gerisin geri dışarı çıkıyorsun. Bu sefer adımların kararlı ve hızlı… Yetişmek istiyorsun. Yaklaştıkça koşmaya başlıyorsun. Kaldırımdan aşağı tedbirsizce atıyorsun adımını. Nemli tahta ve sabun kokan, pencereleri tavana yakın bir odada, masanın diğer tarafında oturan adam öyle diyor.

Yaşlanması yakın adamın kemikli, eklemleri fırlak parmakları karton bir dosya içindeki iki kâğıttan birini çekip bana doğru uzatıyor. Adam, kravatını bağlarken çok özenmiş olmalı, diye düşünüyorum. Kâğıdın altına adımı yazıp imzalıyorum. Arkasındaki dolabı açıp boynu ince, küçük kapaklı, gümüş bir kabı masanın üstüne koyuyor. Sessizce, kısa bir süre bekliyoruz. Sormak istiyorum, fırsat vermiyor. Adamın eli nazikçe çıkışı işaret ediyor.

Senin şehrinin ortasından geçen nehrin üstündeki köprünün doğru yer olduğuna kanaat getiriyorum. Usulca küllerini nehrin üstüne bırakıyorum. Elimi cebime atıyorum. O gecenin sabahında unutup gittiğin eşarbını çıkarıyorum. Koklamak istiyorum. Cesaret edemiyorum. Bırakıyorum, küllerinin ardından salınıyor. Denize ulaşmasını diliyorum.

***

Köprü | Gülcan Karayel

Adam kendini dışarı attı. Kurtulmak  istediği, hamallığını yaptığı anılarını kanatlandırıp uçurmanın vaktiydi bugün. Ellerinde ise sımsıkı tuttuğu geçmişin külleri ve benek benek bağı vardı kaderin.

“Daha ne kadar yaşayabilirim ki yalnızlığı kaderim  yapmış ölü bir kadınla” diye iç geçirdi adam. Anıların ruhu, kokusu öylesine sinmişti  ki üzerine ona kollarını açan, sevgisini sunan her kadın, içinde yaşayanı görünce ürküp kaçıyordu. Yaşayan sevgiler mağlup oluyordu bu ölü bedene.

Kadın… Mistik bir ülkenin gizemli bir çarşısında, okşarken Alaaddin’in sihirli lambasını adam çıkmıştı karşısına. Böyle anlatmıştı adama ve daha sonra nasıl tanıştıklarını soranlara. Bir on yıl kadar önceydi. Güneşli bir ikindi vakti, rehberlik yapmaktaydı adam bir turist kafilesine. Sonra kadını gördü. Elinde antika bir lamba vardı kadının. Satın almak üzereydi. Fikrini sorduğunda “Kısa bir süre sonra evin bir köşesinde  fazlalık diye kaldırıp atacaksın” demişti adam lamba için kadına. Ama diye eklemişti tezgâhtan seçtiği matarayı göstererek, “Sıcak çöllerinde dolaşırken Sahra’nın ya da en derin aşkın; matarandaki  dudaklarını ıslatacağın su seni tekrar hayata bağlayacaktır”. Köprü olmuştu böylece, şimdi içinde ölen karısının küllerini taşıdığı bu su matarası onlara. Sonra, beyaz kaplumbağamız dedikleri vosvosları içinde sıkışıp kaldı bir kaza sonrası kadın. Son arzusunu da Hintli gurusu yerine getirdi kadının, ölü bedenini yakarak.

Ve adam, boynuna doladığı, kadının kokusu sinmiş fularıyla ölmek istediği anlarda vazgeçip, ağzını her değdirdiğinde bu mataraya âb-ı hayat suyu içermişçesine yaşamla bir köprü kuruyordu daima. Bu hep böyle sürdü. Ta ki dün gece kadın rüyasına girip, “Boğuluyorum, beni öldürecek misin? Yeter artık” diye içinden seslenene dek. O yüzden adam, suyu suya kavuşturmanın vaktidir bugün diyerek boşalttı matarasını köprünün altından nazlı nazlı akan nehre.

***

Ruhumu Özgür Bırak | Servet Duygu Ceritoğlu

“Lütfen, trafiğe takıldım deme” diyerek açtığı telefonda karşıdan gelen donuk sesle kaskatı kesilmişti genç adam. Donuk ses eşinin, yağmur yüzünden kaygan olan yolda direksiyon hâkimiyetini kaybederek bariyerlere çarptığını ve başından yaralandığını söylemişti.

Doktorlar çok çabalamış ama kurtaramamışlardı eşini. O günden bugüne tam beş yıl geçmişti. Derin bir bunalıma giren genç adam, eşiyle beraber yaşadığı günleri sanki tekrar yaşıyordu. Birlikte gittikleri restoranlara, parklara tekrar gidiyor; beraber satın aldığı kitapları, plakları yeniden alıyor ve bu yaşamına karşı çıkanlaraysa böyle davranmakla eşinin varlığını daha çok hissettiğini söylüyordu.

Çalıştığı firmanın başka şehirdeki bölge müdürlüğüne terfi etmişti. Görevine başlama süresinin dolmasına birkaç gün kalmıştı ki o, hâlâ yaşadığı şehri bırakamamıştı; bırakamıyordu. Eşyalarını toplamaya başlamıştı. Son geceye kadar eşinin eşyalarını da yanında götürmekte kararlıydı. Bir mola vermek için koltuğa uzanan genç adamın yavaşça içi geçiverdi. Eşi karşısındaydı. Her zamanki gibi yanına sokulmuş, gözlerinin içine bakarak onu ne kadar çok sevdiğini söylüyordu. Eşi aniden ayağa kalktı ve genç adamın paketlediği, kendisine ait eşyaların hepsini alarak “Yeni hayatın çok güzel olacak, çocukların doğacak ve çok mutlu olacaksın. Kalbini tüm bu güzelliklere açmalı, artık ruhumu özgür bırakmalısın!” diyerek kapıya doğru yöneldi. Genç adam, kapının kapanma sesi ile irkildiğinde oda sessiz ve tek başınaydı. Rüzgârdan açılan pencerenin kırık kepengi cama çarpıyordu.

***

Toz | Nuran Durmaz

Silinen zaman, kaybolan ritim, tükenen yollar… Tüm sesler sustu. Hepsi bu küçücük kutuya sığdı. Üstelik doldurmadı bile. Ateşin artığı ne işe yarar? Acıdan iyi bir şey çıkar mı? Elimde tuttuğum bir bez parçasından başka bir şey değil artık. Kutudaki ise sadece kül…
Bacaklarım bir süredir benim olmayan bir bedeni sürüklüyor. Yüzüme vuran güneş gözlerimi karartıyor. Nefesim durdu duracak. Aklım her an kaydı kayacak. Görüntü bulanık. Neredeyim? Neredesin? Varlık ile yokluk aralığında buluşmamız…
Hayret, mutlusun… Bana bakıyor, gülümsüyorsun. “Yanında olup olmamam değil asıl mesele, biz çok daha geniş bir hikâyenin içindeyiz” diyorsun. Ama ben bunu anlayacak halde değilim. Her zamanki gibi sana kapılıp gitsem anlar mıyım? İncecik dokunuşunda teselli bulur muyum?
“Şimdi ve burada yanağına dokunuyorsam eğer, dokunuyorumdur” diyorsun. “Gülümsüyorsam eğer, bu gülümsemeden daha gerçek ne olabilir? Bırak artık hüzünlenmeyi. Bakışlarını da kaçırma. Gözlerin acıyla bakıyorsa eğer, bu senin bana en güzel bakışındır.”
Duyuyorum seni, görüyorum da, biliyorum sanki ama anlayamıyorum. Sesin rüzgâra karışıp kayboluyor. O aralıktan kayıp giderken sen, tutamıyorum elini. Anlamasam da ne olduğunu, biliyorum artık, küle veda, tozun zamana karışma vaktinin geldiğini.

edebiyathaber.net (28 Mart 2013)

Paylaş:

Yorum yapın