Yazdığına pişman olan yazarlar

Haziran 29, 2012

Yazdığına pişman olan yazarlar

Türk edebiyatının usta romancısı Yaşar Kemal, en önemli romanı “İnce Memed”i yazdığı için pişman. “İnce Memed”i yazdıktan sonra yazarın başına öyle şeyler gelmiş ki, Yaşar Kemal’in dünyası bir anda kararmış. “Keşke İnce Memed’i yazmasaydım!” diyerek çok düşündüğünü söyleyen yazar, “Bu romanı yazdığım için çok pişman oldum. O olmasaydı başıma gelenlerin çoğu yaşanmazdı. Hele bu günlerin Türkiye’sinde, aman Allah!” diyor.

Nicelik bakımından Türk edebiyatının en üretken yazanlarından Enis Batur’un da yazdıkları arasında pişmanlık duyduğu yazıları var. Bunların başında ise Batur’un diğer meslektaşları ile girdiği polemikler geliyor. “Şimdiki aklım olsa bu yazıları yazmaz, bu polemiklere girmezdim.” diyen Enis Batur, “’Keşke Yazmasaydım’ cümlesini aklı başında her yazar her şair zaman zaman söylemelidir. Yazdıkları arasında pişmanlık duyacağı metinler olabileceği gibi her yazdığını da gün ışığına çıkarmamalıdır. Her yazar, okur önüne çıkardığı metinlerden, belli bir zaman geçtikten sonra bütünüyle olmasa bile yarı yarıya pişmanlık duyabilir.” şeklinde konuşuyor.

Elif Şafak da ‘’Keşke Yazmasaydım’ dosyasına ilginç bir anekdotla katılıyor. Meğer, Şafak’ın da genç yaşında yazdığı ve pişmanlık duyduğu bir kitabı varmış; ilk kitabı “Kem Gözlere Anadolu”. Çoğu okur, Şafak’ın bu kitabından habersiz. Çünkü yazar bu kitabını sahiplenmiyor, sorulmadıkça da bu kitapla ilgili konuşmak istemiyor. “İlk kitabımı sevmem, sahiplenmem.” diyen Şafak, bir yazarın yazdığı her şeyle barışık olması gerektiğine inanmıyor: “Bence bu kitap ham bir meyveye benziyor. Zamansız koparılmış dalından. Hayatı ve edebiyatı henüz daha ham bir açıdan gördüğüm bir mevsimde yazıldı. Pişmeden ikram edildi. O yüzden hâlâ hamdır içi. Ben bu yüzden kendi edebî miladımı bu kitapla değil, bir sonraki kitabımla başlatırım, yani Pinhan ile.”

Peyami Safa, bir yazısında yazarlıkla pişmanlığın kol kola yürüdüğünü söylemişti. Safa, has bir yazarın pişmanlık duygusundan yakasını kurtaramamasının iyiye işaret olduğunu da imâ ediyordu aynı zamanda. Edebiyatın doğası ve yazma deneyimi, pekçok duygu gibi pişmanlığı da barındırıyor. İster edebî olsun, ister ideolojik ya da vicdanî, bu tür pişmanlıkların edebiyata renk, edebiyat tarihine de malzeme kattığına kuşku yok.

SELİM İLERİ – Bu satırları ben mi yazdım?

Şüphesiz, her kitap, her yazı, giderek her cümle, her söz pişmanlıktır, yayımlandıktan sonra, sizden başkalarına açıldıktan sonra. Yazmak, çoğu kez, bu yüzden kalp ağrısıdır. Aşikar ettiğiniz, döne döne yalnızca size geri döner ve siz onun yabancısı olup çıkarsınız: Ben mi yazdım?.. Bu satırları ben mi yazdım?!. Ama yazı hayatımda bir kitap var ki, daha yayımlanır yayımlanmaz, pekçok sayfası benim için azap oldu. Bu kitap, 1978 tarihli Çağdaşlık Sorunları’dır. O zamanlar üç arkadaş, Günebakan Yayınları adlı bir yayınevi kurmuştuk. Kitaplara tutkum sonsuzdu. Günebakan’da Conrad’ın, Woolf’un bazı romanlarını, Cemil Süleyman’ın -o zamanlar- yitik Siyah Gözlerini, kim bilir daha hangi eserleri yayımlayacağımızı umuyordum. Brecht’in yazılarından derleme Sosyalist Gerçekçilik ve Toplum lokomotif kitabımız olmuştu. Galiba o hızla Çağdaşlık Sorunları’nı yazmaya yeltendim. Besbelli, gizliden gizliye Brecht rolüne bürünmüştüm. Fakat nasıl bir küstahlık, haddini bilmezlik, ne korkunç bir bilgisizlikle. Ortaya Çağdaşlık Sorunları ucubesi çıktı. Ucube diyorum; çünkü Brecht’ten apar topar edindiklerime o yılların modası yerlilik, yersellik, Doğu-Batı, Asya tipi üretim tarzı, neler ve neler eşlik etmiyordu ki, tümü de özümsenmemiş olarak. Bazı sayfalarda bir Kemal Tahir mukallidi konuşuyordu. Bazı sayfalarda Marx ve Engels olmaya kalkışmıştım. Bazı sayfalarda slogancı söylemin tutsağıydım. Fakat, en acısı, bazı sayfalarda da kendimdim. Yani asıl söylemek istediklerimi de döke saça dile getirmeye çalışmışım. İşte bu sebeple, şimdi de o kadar çok sevdiğim yazarlar, örnekse, Sait Faik, Reşat Nuri, Peyami Safa, Halikarnas Balıkçısı, Yakup Kadri, Tanpınar, Halide Edip hem harcanıyor hem gizli bir hayranlıkla anılıyor. Bana o kadar mutluluk vermiş okuma saatlerini bir yandan bozuk para gibi harcamışım, bir yandan da lezzetlerini ifşa etmişim… Dostum Enis Batur yıllar sonra bir öneri getirdi: “Çağdaşlık Sorunları’na bugünkü Selim’in düşünüşünü yansıtacak bir alt metin ekle.” dedi. Denedim. Her yazı daha da çıkmaza sürükleniyordu: Katmerli çıkmaz! Ne o zamanki ‘kendim’ olabiliyordum ne de mukallitliğimi onarabiliyordum. İşte böylece Çağdaşlık Sorunları’nı hepten unutmayı tercih ettim. Arada bir hatırlatanlar çıksa bile…

F. HÜSNÜ DAĞLARCA – Keşke daha çok yazsaydım

Keşke daha çok yazsaydım! Toplu şiirlerimde halkın devlet desteğinden uzak kaldığını, devletin bu konuda bir inceleme yapmadığını, özellikle gecekondu semtlerinde ciddi rakamsal bir araştırma yapmadığını hep düşünürüm; bu büyük bir eksikliktir. Anadolu’dan gelmiş, karısı küçülmüş, kendisini çocuğunu besleyemeyen insanlarla dolu İstanbul. Ne yapsın iyi ki gelmişler, İstanbul taşı toprağı altın değil; ama adam simit satsa, su satsa, ayakkabı boyasa geçinir. İstanbul’un imkânları var. Gelmemeleri için çare bulunsa, etüt yapılsa. 40 bin adam İstanbul’a gelmiş trenle, kaldı ki otobüsle kaç kişi gelmiş… İstanbul’a insanların bu kadar akın akın gelmesinin sebebi açlık, imkânların azlığı. Köylerde devlet arazileri kiraya verilse; ama yapılmıyor. Seçim zamanı milyarlar harcıyor bir yere geldikten sonra ineğin bir memesini kapıp durmadan emiyor. Açın gazeteleri türlü türlü haberler; ama kimse bunları yazmıyor. Milletin uyanma duygusu yok mu, halka görev duygusu yok mudur, kimse ses çıkarmıyor. Düzeni değiştirmek için bir hareket yok mudur? Bunları az yazdığım için üzülüyorum. Şimdi yazsam kimse bunları koymuyor. Pişman olmak şiirin tekniği ile ilgiliyse onu düzeltir. İnsan bir kişi değildir, toplumun uzuvlarından biridir. Meşhur bir söz var: Toplum bir iğne batarsa tüm vücudumda bunu hissederim. Gazeteler de bu yüzden doğar. Devrimler de. Faruk Nafiz’in dediği gibi “Aç midelerden doğar nur topu ihtilaller.”

YAŞAR KEMAL – Keşke İnce Memed’i yazmasaydım

Keşke yazmasaydım dediğim kitaplarım arasında İnce Memed var. Bunu daha önce söyledim ya. İnce Memed benim yaşamımda hep ürkütücü oldu. Çünkü birden patladı. O zamana kadar, çok az roman çevrilmişti başka dillere. Hiçbiri de hiçbir ülkede tanınma olanağı bulmamıştı. İnce Memed ilk olarak “bestseller” oldu dünyanın birçok ülkesinde. Önce İngiltere’de, sonra İskandinavya’da, Almanya’da, Fransa’da… Amerika’da bile sevilen bir roman oldu. İşte bu da benim canıma okudu. Ülkemde kanıma ekmek doğrayacak insanlar çoğaldı. Milli Emniyet bile bana Fransız Komünist Partisi’nin desteğiyle Nobel’i aldırdı! İnce Memed’in macerasını ancak bir kitap yazarak tamamlayabilirim. Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiler. Ömrümü kararttılar. Dışarıda kitabının çıkması için yardım ettiğim bir arkadaşıma, başıma gelenleri saatlerce anlattım, sonunda bana küsmesin diye. İnce Memed’i keşke yazmasaydım diye içimden çok geçti. Çok pişman oldum. O olmasaydı başıma gelenlerin çoğu başıma gelmezdi. Hele bu günlerin Türkiye’sinde, aman Allah! Son yıllarda bana tavır nedense biraz değişti. Şaşırtıcı bir davranış. Bu nereden geliyor, diye şaşkınlık içindeyim ya, arkadan kopacak fırtınayı da beklemiyor değilim. Türkiye’de yazar olmak neymiş! Her şeye karşın, kiminde yazarlık sevinci yaşamıyor değilim. Ama traktör şoförlüğü günlerimi de aramıyor değilim. Çoğu kez, keşke ömrümü bir traktörle birlikte bitirebilseydim diye düşünüyorum. O işte de beni rahat bırakmadılar ki… Gündeşlioğlu gibi söyleyeceğim, sözlerini biraz değiştirerek. “Yürü bre heey yazarlık elimden, dolanıp belime kuşak oluksun.”

ENİS BATUR – Polemiklerden pişmanım

“Keşke Yazmasaydım” cümlesini aklı başında her yazar, her şair zaman zaman söylemelidir. Yazdıkları arasında pişmanlık duyacağı metinler olabileceği gibi her yazdığını da gün ışığına çıkarmamalıdır. Her yazar okur önüne çıkarttığı metinlerden, belli bir zaman geçtikten sonra bütünüyle olmasa bile yarı yarıya pişmanlık duyabilir. Benim yazı serüveninde bunun örnekleri var. Güncele dair yazdıklarımda bir vicdan azabı duyuyorum. Gazetelere, dergilere yazdığım yazılar mesela. Çünkü bunlar mecburiyet karşısında yazılmış belli bir periyodu olan yazılar. Edebiyatın daha özüne inebilirdim, bunu kaçırmışım dediğim yazılardan pişmanlık duyarım. Bir de geçmişte yaşadığım bazı polemiklerden dolayı, pişmanım. Keşke bu polemiklerin dozunu kaçırmasaydım diye düşünüyorum. Düşününce de bunları keşke yazmasaydım diyorum. Gençlik ve toyluk işte…

ELİF ŞAFAK – İlk kitabımı sevmem, sahiplenmem

Bir yazarın yazdığı her şeyle barışık olması gerektiğine inanmıyorum. Bu tıpkı insanın kendi geçmişine bakıp vaktiyle çok yanlış bir insana âşık olduğunu fark etmesi gibi bir şey. Seneler sonra insan kendi kendisine sorar, nasıl oldu da bu kadar yanlış birine böylesine âşık oldum diye. Bunun gibi bir şey yazarın geçmişte yazdığı bir kitaba seneler sonra soğuk bir nazarla bakması. Benim nezdimde en çok sevdiğim kitabım hep bir sonraki kitabımdır, yani henüz yazmadığım kitap. En az sevdiğim kitabıma gelince, onun da cevabı belli: İlk kitabım. İlk kitabım Kem Gözlere Anadolu’yu sevmem, sahiplenmem. Bence bu kitap ham bir meyveye benziyor. Hayatı ve edebiyatı henüz daha ham bir açıdan gördüğüm bir mevsimde yazıldı. Pişmeden ikram edildi. Ben bu yüzden kendi edebi miladımı bu kitapla değil, bir sonraki kitabımla başlatırım, yani Pinhan ile. Gittiğim her yerde okurlar soruyorlar bu kitabı niye bulamıyoruz diye. “Bulamıyorsunuz; çünkü yeni baskıları yapılmadı.” diyorum. İşin tuhaf yanı yasak ya da saklı olan her şey insanların ilgisini iki kat daha fazla çektiğinden, okurlar çok merak ediyorlar benim sevmediğim bu ilk kitabın ne menem bir şey olduğunu. Sırf bunu bulabilmek için sahafları dolaşanlar, fotokopiler yapanlar var. Açıkçası ben nasıl dürüst davranıyorsam bu kitap hakkında, nasıl sakınmadan eleştiriyorsam kendimi, okurların da buna saygı duyup bu kitabı aramaktan vazgeçmelerini tercih ederim.

Abdullah Kılıç – kitapzamani.zaman.com.tr

edebiyathaber.net (29 Haziran 2012)

Paylaş:

Yorum yapın