Yazarın hastalığı, hastalığın edebiyatı

Haziran 28, 2012

Yazarın hastalığı, hastalığın edebiyatı

Bronte Kardeşler veremden öldü. Dostoyevski saralıydı. Virginia Woolf ruhsal bunalımlardan çok çekti. Nurullah Ataç’sa romatizma olduğunu söylemeye utanırdı… Yazarlar da herkes gibi hastalanır ve ıstırap çeker.19. asırdan günümüze, hastalıklar nasıl değişti ve çeşitlendi? Kimler hangi hastalıkla pençeleşti ve bu, eserlerine nasıl yansıdı?

Okurun gözünde yazar, bir vekil ruhtur. Kendisinin ayak basmaya cesaret edemeyeceği yerlere gitmeli, bakmaya korktuğu kuyulardan su çekip, aklının ucundan dahi geçmeyecek olaylardan söz etmelidir. Okurun gözünde yazar, bir modern zaman keşişidir. Kendisinin bölük börçük acılarını şahsında yoğunlaştırarak kristalize etmeli ve izlenimlerini yazı çile hanesinden bir bir rapor etmelidir.

Tıpkı mutlu bir yaşam gibi sağlıklı bir bünye de yazarın okur gözündeki imgesine yakışmamaktadır. T. Gautier, “45 kilodan ağır çeken birini lirik şair olarak kabul etmezdim” der. Fesat bir yorumcu bu cümleden, romancıların 45 kilodan fazla çekmeye hakları olduğunu çıkartabilir. Ancak kazın ayağı öyle değildir. Balzac, kan damlayan yanakları ve haşmetli cüssesiyle edebiyat dünyasına adım attığı ilk günlerde fazlasıyla yadırganmış ve ömrü boyunca, doymak bilmez iştahıyla ilgili alaylara göğüs germek zorunda kalmıştır. Windsor Düşesi’nin dediği gibi “İnsan ne yeteri kadar zengin ne de yeteri kadar zayıf olabilir”.

“ROMANTİK BİR HASTALIK”: VEREM

Dünyevi hazlara karşı isteksizlik, ruhani bir saflığı çağrıştıracak tensel saydamlaşma, aşırı tutku ve isteklerin belirtisi sayılabilecek ani kızarmalar, ateşli bir aktiviteyle derin bir tevekkül arasında gidip gelen ruhi salınımlar ve uçmak üzere denilecek kadar zayıflamış bir beden… İdeal bir yazar imgesine giydirilebilecek tüm bu semptomlar verem hastalığında mevcuttur.

Ve 18. yy’den itibaren verem, romantik karakterin en önemli vasıflarından biri haline gelir. Susan Sontag Metafor Olarak Hastalık adlı eserinde bu olguyu, “Aristokrasinin artık bir güç sorunu olmaktan çıkıp daha ziyade bir imaj sorunu durumuna” gelmesine bağlar. Camille Saint- Seans, “Chopin vereme yakalandığında üzerine daha bir zarafet ve incelik gelmişti” diye yazar. Bilinemez bir sır yüzünden acı çeken Byronvari kahramanın mucidi Lord Byron aynaya bakıp “Solgun görünüyorum” diye kurumlanır, “Veremden ölmek isterdim”. Shelley verem hastası arkadaşı Keats’i “Verem, özellikle senin yazdığın gibi iyi dizeler yazan insanları seven bir hastalık” diye avutmaya çalışır.

Bronte Kardeşler içinse verem, romantik bir imgenin değil neredeyse bir toplu kıyımın ismidir. Önce annelerini, iki ablalarını sonra da çok sevdikleri ağabeylerini genç yaşlarında bu illete kurban verdikleri yetmiyor gibi Anne 29, Emily 30, Charlotte ise 38 yaşında veremden ölürler. İngiltere’de bir papazevinde yaşanan bu trajedi bir anlamda Türkiye’de de tekrarlanır; 40’ların Zonguldak’ında üç genç veremli şair, Rüştü Onur, Kemal Uluser ve Muzaffer Tayyip Uslu, daha 30’larına basmadan hayatlarını kaybederler.

35 yaşında yine veremden ölen Katherine Mansfield, hastalığının aşamalarını günlüğüne ayrıntılarıyla not eder. “21 Mayıs, Salı gecesi: Ateşim 101.2. Ciğerimde korkunç bir ağrı var. Uzun bir öksürük nöbetine tutuldum; kan tükürmedim. Öksürük yüzünden çok az uyudum; kanla karışık balgam çıkardım”. Sevgilisiyle ilişkisinden bahsederken hastalığının romantik çağrışımlarıyla acı acı dalga geçer “Hastalığım çok işe yaradı; romantik bir hastalık çünkü (‘romantik görünüş’e alabildiğine düşkündü)”.

Mansfield’ın dünyada en sevdiği yazar Çehov da veremden muzdaripti. Yazar güncesine idolünün hastalık notlarını da aktarır. Komşusu bir prensle beraber yürüyüş yapan Çehov, ansızın göğsünde müthiş bir ağrı hisseder. İlk düşüncesi, yabancıların önünde düşüp ölmenin ne kadar yakışıksız kaçacağıdır.

ÇİLELİ AYDINLANMA: SARA

Dostoyevski sayesinde sara, veremden sonraki en “edebi hastalık” haline gelmiştir. Ömrü boyunca sara hastalığından çeken ve bir oğlunu da henüz bebekken bu hastalıktan kaybeden yazar; romanlarında da saralı kahramanlara bol bol yer verir. Budala’da Prens Mışkin’in sara nöbetleri aynı zamanda birer aydınlanma ve arınma nöbetleridir: “Ama bu ışıldayan anlar, ardından hemen nöbetin başlayacağı son saniyenin öncü belirtilerinden başka bir şey değildiler. Bu sözle anlatılamazdı elbette… Değil mi ki ben bu dakikada, yaşamın en yüksek senteziyle birlikte, bir duanın akışı içinde, o ana dek görülmemiş, beklenmedik, olağanüstü bir bütünlük, ılımlılık, yatışma, eriyip kaynaşma duygusuna kapılıyorum. Öyleyse bunun bir hastalık oluşunun ne önemi var?” Yazar bizzat geçirdiği nöbetlere de aynı ruhani anlamı yüklemekten çekinmez: “O an için, normal zamanda tasarlanması mümkün olmayan, hele başkalarının akıllarının kıyısından bile geçirmeyecekleri bir mutluluğu tanıyordum. Kendimde ve dünyada tam bir uyum buluyordum ve bu duygu öyle güçlü öyle tatlıydı ki insan bu hazzın birkaç saniyesini ömrünün on yılıyla, hatta belki de tüm yaşamıyla değişebilirdi.” Ancak nöbetlerin dışarıdan görüntüsü hiç de bu kadar metaforik değildi; kasılmalar, ağızdan gelen salyalar, böğürtüler, bayılıp düşerken gerçekleşen yaralanmalar ve hepsini takip eden bir zihinsel durgunluk.

Dostoyevski’nin sara hastalığının başlangıcına dair yaygın efsane alabildiğine semboliktir. Pinti babasından yine para koparamayan genç Dostoyevski içten içe onun ölmesini diler. Akabinde babanın ölüm haberi gelir. Haber, acıyla beraber onulmaz bir suçluluk duygusunu ve bu da ilk sara nöbetini tetikler… Oysa Edward Hallet Carr’a göre Rusça kaynaklar ve bizzat yazarın mektupları bu iddiayı yalanlamaktadır. Dostoyevski’nin sara nöbetleri, babasının ölümünden sekiz dokuz yıl sonra ortaya çıkmıştır.

Flaubert de saradan muzdarip olmasına rağmen Dostoyevski’den farklı olarak hiç de romantik bir duyarlılığa sahip olmadığı için hastalığını sofistike etmek bir yana bahsetmek dahi istemez. Romanlarındaki karakterlerinde de bu hastalıktan iz bulunmaz. Sara bir tarafa, Dostoyevski’nin ölümü de son derece romanesktir. Masasında yazı yazmaktayken kalemi yere düşer ve onu almak için eğildiğinde ağzından kan gelmeye başlar. Uzun süren bir akciğer hastalığının son günleri…

Yazmanın son derece akılcı bir iş olduğunu kabullenemeyen okurlar için bir yazarın ruh hastalığının pençesine düşmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Ruhsal hastalıkların edebi güçten çaldıkları mı kattıkları mı bir solukta yanıtlanabilecek bir soru değildir elbette. Kesin olan, bu hastalıkların hem semptomlarının hem de tedavilerinin son derece acılı bir süreç olduğudur.

Çağdaş yazarlardan Elizabeth Wurtzel, Prozac Toplumu adlı otobiyografik romanında, ruh hastalığının hayattaki birçok şey gibi yazmayı da nasıl zorlaştırdığını ince ince anlatır. Slyvia Plath yine otobiyografik romanı Sırça Fanus’ta, yaşadığı elektro şok tedavisine tüm korkunçluğu ve çıplaklığıyla yer verir. Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Guguk Kuşu filmini izlemek için sinemaya gider ve elektro şok sahnesinde salonu terk eder. “ ‘Seyirciler arasında benden başka elektro şok yiyen yok’ diye geçiyor aklımdan. ‘Yoksa onların da hemen filmi terk etmeleri gerekirdi’”.

Saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum

Oğuz Atay’a gelince, onun hastalığı ‘derin’lerde… Kitap Zamanı’nın Oğuz Atay sayısında Nefise Abalı’nın kaleme aldığı “Bir Tutunamayan’ın hayatından satır başları” başlıklı yazıda ‘Hastalık’ maddesi şöyle geçiyordu: “Küçük yaşlarda, muhtemelen zatürree olan ağır bir hastalık geçirmesi yaşamı boyunca bu hastalığın izlerini taşımasına sebep olur. 1976 yılının son aylarında dayanılmaz bir baş ağrısı ve mide bulantısı, daha önce Tutunamayanlar’da kurguladığı beyin tümörünü gerçek hayatta ortaya çıkarır.” Yıldız Ecevit, Ben Buradayım… isimli kitabında, bu durumu bir nevi açıklıyor: “Oğuz Atay’ın çocukluğunda geçirdiği bu hastalık büyük bir olasılıkla, onun iç dünyasında yaşadığı çevreye yabancılaşma olgusunun ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki fizyolojik kökenli kaynağın kendisidir.”

Oğuz Atay, tedavi için bulunduğu Londra’da, 29 Ocak 1977 tarihli günlüğüne şöyle yazacaktır: “4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17 Ocak’ta ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük… Gene de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum; hafta sonları dışında her gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu aralar çok mektup geldi İstanbul’dan. (…) Birçokları benim iyileştiğimi, ‘Eylembilim’e devam ettiğimi düşünüyor. Herhalde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık ilişkileri olan şeyler bekliyorlar. Oysa çoğu anlarda her şey –acıklı da olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela ameliyat günü sabah önce zenci bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti. (…) Şimdi dedim uyusam ve ameliyatta ölsem, hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu kadar. Çok kötü hissetmedim.” 3 Ekim’deki günlükte ise şunları yazar: “İçim karışık -düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız, vaktim ve kafam gücüm olursa ‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikâyelerimi bitirmek istiyorum. İkisinin de ana hatlarını bu deftere yazmıştım, ama yazacak kuvveti ve düşünme çabasını kendimde bulamıyorum. (…) Artık kafamın bulanıklaştığını ve saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum.”

AHMET HAŞİM VE PEYAMİ SAFA

Ahmet Haşim de hastalıklarla boğuşur. Beşir Ayvazoğlu’nun anlattığına göre 1928 yılında Haşim ciddi bir biçimde hastalanır. Kalbinden ve böbreklerinden rahatsızdır. Özellikle kireçlenen böbrekleri iflas noktasına gelmiş ve şaire büyük acılar çektiriyordur. Türkiye’de bütün tedavi yolları denenir, fakat netice alınmaz. Çünkü hastalıklarını uzun süre saklamış, daha sonra da perhizi ihmal edip ilaçlarını düzenli olarak almamıştır. Doktorlarından Nuri Fehmi Bey, ünlü hastasını şöyle anlatır: Bu hastalıkların şairi 47 yaş gibi genç bir yaşta götürmesinin sebebi merhumun hastalığını saklamasıdır. O bu ketumiyette o kadar ileri gitti ki ilaçlarını bir eczanede yaptırmaz ayrı eczanede yaptırırdı. Hastalığının ızdırabına çok göğüs gerdi.” Ama o, hastalığının verdiği korkunç ızdıraba rağmen şiir yazmaya devam ediyordu.

Peyami Safa’nın narin ve mariz bedeni de uzun süren hastalıkların ve tedavilerin yorgunluğunu taşır. 1908 yılında başlayan bir hastalık yüzünden kendini birden doktorların, hastabakıcıların, ilaç kokularının, psikoloji ve tıp kitaplarının ortasında bulur. Henüz dokuz yaşındadır; sağ kolunda başlayan ve onu on yedi yaşına kadar acılar ve psikolojik buhranlar içinde kıvrandıran bir mafsal iltihabı başlamıştır. Peyami bu hastalık yüzünden zayıf kalır ve yeterince gelişemez. Hastalığı, Peyami’nin kendine güvenini yitirerek derin bir aşağılık duygusuna kapılmasına yol açmıştır. Oğlu Merve’nin ölümü son zamanlarda sıhhati epeyce bozuk olan Peyami Safa’yı epeyce sarsmıştı. Doktoru Recep Doksat, bir yıldır gitgide artan bir halsizliğinin bulunduğunu belirterek “Onun her gün azar azar eridiğini görüyorduk.” diyor. Peyami Safa, romanlarındaki hastalıklar, hastane ve ilaçlar konusundaki derin bilgisini, acıyla geçen bu uzun hastalık yıllarına borçludur. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki çocuk, odur bir bakıma…

Virginia Woolf da ruh hastalığıyla neredeyse çocuk yaşta tanışan yazarlardan. Woolf yetişkin ömrünü hastalığını kontrol altına almaya çalışarak geçirir. “Hastalığın belirtilerini not etmeliyim, bir dahaki sefere tanıyabilmek için” diye not düşer günlüğüne:  “İlk gün insan feci oluyor; ikinci gün mutlu”. Bir başka gün; “Birden yüreğim ağzıma geldi, sonra durdu; gırtlağımın grisinde o garip acılığın tadını aldım; nabzım kafama sıçradı, zonkladı da zonkladı, daha da vahşice, daha da hızla. Bayılacağım dedim, iskemlemden kaydım ve çimenlerin üzerine yuvarlandım. Hayır, bilincimi kaybetmiş değildim. Yaşıyordum; ama kafamda o koşuşturan sürü vardı; dört nala giden, yere vura vura. Eğer bu böyle giderse beynimde bir şey patlayacak diye düşündüm”.

LODOSTAN BAŞI TUTANLAR…

Bedensel zafiyet yazara ama en ziyade kadın yazara yakıştırılır. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde Halide Edip, “bünyesi zayıf” diye nitelenmektedir. Yine aynı kaynak Fatma Aliye’nin, kızı rahibe olduğu için üzüntüden sağlığının bozulduğunu ve ölümüne bu ruhsal incinmenin önayak olduğunu belirtir. Oysa aynı kaynak, Tevfik Fikret’in, oğlunun bir başka dini benimsemesi karşısında kapıldığı hayal kırıklığını, ölümüne yol açacak bir vesile olarak ele almaz.

Tezer Özlü, Virginia Woolf ve Slyvia Plath, kadın yazarlardan sinsice, netameli bünye talep eden edebiyatseverlerin baş tacı ettiği yazarlardır. Her üçü de ruhsal problemlerinin yanı sıra rüzgardan nem kapacak kadar zayıf ve narindirler. Woolf, sık sık baş ve diş ağrılarından kıvranıp yataklara düşer “Kanayan dişetlerimi çalkalamak üzere yukarı çıktım”, “İşte ateşim arttı; fakat şimdi de düştü”, “Q’nun doğum günü partisinin ortasında düştüm bayıldım; sonra bir on beş gün yattım baş ağrısının o tuhaf, suyla kara arası hayatını sürdürdüm”. Tezer Özlü bir röportajında hiç sevmediği insan tipleri arasına lodostan başı tutmayanları da yerleştirir. Plath’in intiharına kapıyı aralayan süreç kocasının kendisini başka bir kadın için terk etmesiyse; durumu ağırlaştıran sebeplerden biri de bitmez tükenmez sinüzit ağrılarıdır.

Elizabeth Barrett Browning, hastalıklı kadın şair mitinin kusursuz bir örneğiyken sağlıklı bir hayata yelken açmasıyla efsanenin hem kurucusu hem de yıkıcısı sayılabilir. Ciğerlerinde bir damar koptuğu için çocukluğundan itibaren sürekli hasta olan yazar; otoriter ve aşırı korumacı babasının da etkisiyle yıllarını yatakta geçirir. Kızının evlenip gitmesini istemeyen bu dindar baba, onu hasta odasına kapatır ve bir tür manastır hayatına mahkum eder. Barrett’in yatağında yazdığı şiirler büyük başarı kazanır. 39 yaşındayken şiirlerine hayran Robert Browning’le tanışır, aşık olur ve İtalya’ya kaçıp evlenirler. O yaşa kadar can çekiştiği sanılan şair hasta odasından çıkar çıkmaz canlanır, 43 yaşındayken bir çocuk sahibi olur ve ön beş yıl boyunca sağlıklı ve zinde bir hayat sürer.

Iris Murdoch ise tersine, esenlik içinde geçirdiği ömrünün son yıllarında alzheimer’a yenik düşer ve yazdığı eserlerin adlarını dahi hatırlayamaz. Başlı başına bir Canetti romanı olabilecek hastalığının ironikliği ancak Cemil Meriç’in miyopiye yakalanıp yavaş yavaş kör olmasıyla kıyaslanabilir. Önceleri sandalye tepelerinde, tavandaki ampüle yaklaşarak da olsa okuyabilen Meriç, görme yetisini tamamen kaybettiğinde kitapları kızına sesli okutmak zorunda kalır.

Bedensel zafiyetin muafiyete dönüştüğü yazarlar da vardır. Ensest, şiddet ve entrika romanlarının büyük ismi V. C. Andrews, gençliğini tekerlekli iskemlede geçirmek zorunda kalır. Çocuk melodramlarının lordu Kemalettin Tuğcu’nun bir bacağı yanlış tedavi yüzünden ömür boyu sakat kalır.

GÜLÜNÇ AMA ACILI: ROMATİZMA

Nurullah Ataç, yaşlılara özgü görülen ve kimseciklerce romantik bulunmayan ama kendisinin canına okuyan romatizma ağrılarından bahsederken bile mahcubiyetinden kurtulamaz “Aman ne gülünç hastalık o!… Üç beş güne kadar, belki de daha çabuk geçecek bir kol, bacak ağrısını gözlerinde büyültüyor, büyültüyor, etraflarına tabiatın, insanların en büyük zulmüne uğramış gibi bakıyorlar. Hastanedeki günlerimi, en manasız şeyler için zile basıp adam çağırdığımı, ağrılarım belki pek o kadar artmadan da şikâyet ettiğimi, inlediğimi hatırladıkça kendi kendimden utanıyorum”. Anladığımız kadarıyla Ataç’ın canı birazcık tatlıdır: “Ağrıya, sızıya ses çıkarmadan katlananları, Eyüp Peygamberi anlayamıyorum. Onlarınki büyük, insanı aşan bir kuvvet!…”. Coleridge, romatizma ağrılarından kurtuluşu afyonda bulur. İlerleyen zamanlarda afyon onun için romatizmadan çok daha büyük bir dert haline gelecek; şair bu bağımlılıktan kurtulmak için hastaneye yatmak zorunda kalacaktır.

Yüzyıllar boyunca insanlığa ve yazarlara musallat olan verem, karanlık tahtını kansere devretmiş gibi görünüyor. Reşat Nuri Güntekin’den James Baldwin’e; William Saroyan’dan Sevgi Soysal’a kadar pek çok insan, aylarca hatta yıllarca boğuştukları kansere yenik düşmektedir. Yine Metafor Olarak Hastalık’ta Sontag’ın veremden sonra kanserin de metaforik bir olguymuşçasına ele alınmasını eleştirir.

Hiçbir hastalık, en azından çeken için metaforik bir olgu değildir. Mansfield, “Katherine Mansfield’ın Eziyetli Kısa Serüveni” başlıklı şiirinde bunu tüm acılığıyla ortaya koyar:

 

“Jamaica’dan gelen bir hekim

Dedi ki: ‘Bu kez ya onaracağım onu ya da kıracağım.

Serum takacağım ona;

Dayanamazsa

Sıradaki ölü kaldırıcısını çağıracağım.’

Locum tenens’ini, Doktor Byam,

Dedi ki: ‘Pekala dostum, deneyeceğiz.

Çırağım ben çünkü, Streptomisin şırıngalamakta,

Siam’da cerrahlık yaptım çünkü.’

Hasta New Zealing’den seslendi.

Dedi ki: ‘Duygularıma aldırmayın lütfen,

İnanıyorsanız

Ağrının sürmeyeceğine

Burada yatıp gökyüzüne gülümseyeceğim.”

(…)

KANSERE YENİK DÜŞENLER

Sabri Altıel, Zihni Anadol, Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Aziz Çalışlar, Reşat Nuri Güntekin, Hakkı Süha Gezgin, Halikarnas Balıkçısı, Mustafa Irgat, Bilge Karasu, Mithat Cemal Kuntay, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Füsun Akatlı

Yelda Eroğlu – Kitap Zamanı 

edebiyathaber.net (28 Haziran 2012)

Paylaş:

Yorum yapın