Pelin Temur, Paul Ricoeur’un “Eleştiri ve İnanç” adlı kitabı üzerine yazdı

Şubat 17, 2008

Pelin Temur, Paul Ricoeur’un “Eleştiri ve İnanç” adlı kitabı üzerine yazdı

Boşlukta Dönen Kıskaç

Eleştiri Ve İnanç, Fransız düşünür Paul Ricoeur’un 1994 ve 1995 yıllarında François Azouvi ve Marc de Launay’a verdiği uzun söyleşiden oluşan bir kitap. Söyleşi, yazarın çalışma odasında yapılmış. Bir filozofun çalışma odasında karşılaşmayı umduğunuz tüm hayaletlerle karşılaşıyorsunuz okurken: Düşüncesi üzerinde etkili olmuş düşünürler, yazarlar, çerçevelenmiş fotoğraflar, gazete kupürleri, not edilip peşine düşülmemiş fikirler, peşine düşülüp bir kitabın temeli haline dönüşmüş başka fikirler… Eski dostluklar, düşmanlıklar, uzlaşmalar, fikir çatışmaları hatta Lacan’ın“kaba bir şekilde” yüzüne kapattığı telefondan söz ederken ya da Eliade ile hangi konularda anlaşamadıklarını, Sartre’dan neden hoşlanmadığını anlatırken olduğu gibi entelektüel camianın dili kendine has dedikoduları…

Ricoeur söyleşinin hemen başında kendini bir “yazı adamı” olarak tanımlıyor ve karalayıp düzeltme yapma şansı olmayan söyleşi biçiminin kendisi için tedirgin edici olduğunu açıklıyor. Ancak bu özdenetimden nispeten yoksun biçimin, şimdiye dek yazıya aktaracak düzeyde olgunlaşmamış fikirlerini ortaya çıkaracağını da düşünerek bu “maceraya” atılıyor. Kendi sözleriyle: “(…) benim eskiden beri düşünme düzenimi oluşturmuş bu türden bir denetimli şizofreniyi tam olarak sürdüremem. Şimdi burada, yaşam düzeni düşünme düzenine üstün gelecek.”

Ricoeur, birçok çağdaşı gibi, düşüncesi ikilikler üzerinden yürüyen bir filozof. Hemen üstteki alıntıda geçen yaşam-düşünce ikiliği (hatta bu ayrımı“yazardaki insan” ifadesini kullanacak kadar derinleştiriyor), kitaba adını veren eleştiri-inanç, yani felsefe-din ikiliği, yazı-konuşma ikiliği, akıl-ruh ikiliği… Ricoeur kendini bu ikilikler arasında bir yol arayan inatçı bir uzlaşmacı olarak görüyor. Neredeyse her alanda “ikili bir bağlılığı üstlendiği”ni söylüyor.

Ricoeur’un düşüncesinin temelinde yatan ana ikilik, kitaba da adını veren eleştiri-inanç, başka biçimde dendikte, felsefe-din ya da akıl-ruh ikiliği. 2 yaşında babasını ve annesini kaybettikten sonra yanlarında yaşadığı büyükanne ve büyükbabası yoğun olarak kutsal kitap okuyan insanlar. “Ben de her zaman bu iki kutup arasında, Kutsal Kitap kutbu ile akılcı ve eleştirel kutup arasında gidip geldim: Bu ikilik de sonuçta, bütün yaşamım boyunca varlığını korudu.” Bu iki yöneliş arasında bir karışıklık olmadığını düşünüyor Ricoeur. Eleştirinin inancı, inancın da eleştiriyi belli oranlarda kapsadığını düşünüyor.

Sacco ve Vanzetti’nin mahkûm edilmesine duyduğu öfkeyle Marks okumaya başlıyor. Bu öfke de aynı ikilik çerçevesinde tarif ediliyor Ricoeur tarafından: “Manevi bir dünya görüşüyle bağdaşan bir sosyalizm öğretisinin bir bakıma manevi açıdan yücelttiği, entelektüel bir nitelikle donattığı da işte bu türden bir öfkelenmeydi.” Tarif ettiği ikilikler ve bu ikiliklerin kutupları arasına yerleştirdiği düşüncesi, meseleyi bir kişisel ve entelektüel duyarlık seviyesine indirgemesine neden oluyor. Nitekim daha sonra, askerlik yıllarında Marks okumasını da “zıtlaşma merakı”na bağlıyor Ricoeur.

Öğretmeni Dalbiez’in idealizm için tarif ettiği, “boşlukta gerildiği için hiçbir şeyi tutamayan ve sonunda kendi üstüne kapanan bir kıskaç” imgesi, Ricoeur’un sürekli ikili kutuplar arasında gerilen düşüncesi için de söylenebilir. Kutuplar arasında kişisel olarak “tutarlı” sayabileceği bir konum ararken, kendisini ve el aldığı meseleyi çevreleyen tarihsel ve toplumsal ortamı ısrarla görmezden geliyor. Öyle ki, bir yandan “hümanist bir Marks” yorumu aradığını savlarken, bir yandan da Fransa’daki üniversite eğitiminin temel sorununun paralı eğitime geçilmemesi olduğunu söyleyebilecek kadar kişisel tutarlılıktan başka ölçü taşımayan bir düşünceye sahip. Amerika’nın nasıl engin bir dinsel hoşgörüye sahip olduğunu anlatırken de, boşlukta dönen kıskacın bir şey tutamayan metalik sesini duymaktan kendini alamıyor insan.  Koca bir kıtanın katliamla ele geçirilmesi ya da senelerce süren ırkçı sömürü hakkında bir şey söylemek durumunda hissetmiyor kendi. Hitler’le Stalin arasında yaşadığı gençlik gerilimlerini hala dünyayı anlamak için kullanmaya çalışan Ricoeur, Yahudilere gösterilen hoşgörüyle ikna oluyor engin Amerikan hoşgörüsüne. (Afganistan ve Irak işgallerinden, “şer odakları” açıklamalarından sonra ne düşündüğünü bilmek isterdim.) “(…) ama sosyalist bağlanmayı akılcı biçimde bir temele dayandırmak için de elbette manevi atılımdan farklı olan ve insana duyulan sevgiden bir çırpıda elde edilemeyecek iktisadi bir kanıtlama –Marks yanlısı ya da değil- gerekiyordu.” diyor ama bunun peşine pek düşmüyor. Söyleşinin ortalarında, “Siyaset Ve Totalitarizm” başlığı altında Marksizm ve genel olarak siyasetle ilgili daha ayrıntılı bir değerlendirmeye soyunuyor ancak orada da, Marks’ın ayakları üzerine çevirdiği Hegel’i tekrar tepe üstü görüyoruz sadece. Ricoeur’a göre “iktisadi ve toplumsala göre siyasalın özgüllüğü” diye bir sorun var. Bunu “siyasal paradoks”  diye adlandırıyor. “Siyasalın bir kökeni, yoktur hemen hemen: Yani siyasaldan önce de her zaman siyasal var olmuştur, demek istiyorum; Sezar’dan önce bir başka Sezar vardır; İskender’den önce de zorbalar vardır.(…) bir bakıma, geleneğin otoritesinden çok otoritenin geleneğiymiş gibi. Bu egemenliğin nereden geleceği bilinmez.” Bu bilinemez egemenlik karşısında Hannah Arrent katkılı bir önerisi var Ricoeur’un: “(…) bu özellik yurttaşa son derece dikkatli olma görevi yükler.” İktidarı, köken diyalektiğinin kim bilir neresinde anlamlandırarak, şöyle diyor Ricoeur: “sonuç olarak tepede karar veren biri vardır. (…) Füzeler krizi sırasındaki Kennedy’yi anımsayalım; nükleer gücü harekete geçirecek gizli şifreyi bilen birinin var olması gerekiyordu.” Yurttaşlar, bu iktidara karşı “eleştirel onay konusunda” eğitilmelidir, diyor. İtaat değil, tanıma; tıpkı bir çırağın ustasının otoritesini tanıması gibi.

Ricoeur’un “siyasal paradoks” tanımı ve bu tanıma bağlı yurttaşlık, devlet, hukuk, iktidar değerlendirmeleri bu yazının sınırını aşacak bir ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Şimdilik bu kadarıyla yetineceğim.

Bunların dışında, Kutsal Kitap okumaları ve estetik deneyimle ilgili değerlendirmelerini de paylaşmış Ricoeur söyleşisinde. Ricoeur’u asıl tanıdığımız bu alanlarda söyledikleri, belki daha önce yazının “denetimli şizofreni”sinden geçtiği için, daha derli toplu.

Sonuç olarak “yazardaki insan” çalışma odasında kalsaymış da olurmuş demek istiyorum. Bir takım hayaletleri, ironik bir şekilde köken diyalektiği savına da uygun olarak belki, geriye doğru takip edip durmak, Kant, Hegel, Gabriel, Jaspers,hatta bence aksi bir hayalet olarak Sartre’ın ve hatta Komünist Manifesto’daki anlamıyla Marks’ın hayaletinin  belirip kayboluşlarını görmek için bir odaya girmeye değmez. Onların kendi odaları çok daha ilgi çekici sonuçta. Yine de Ricoeur’u daha önce okuduysanız ve yorumbilimle ilgileniyorsanız bu oda da ilginizi çekebilir.

Pelin Temur – edebiyathaber.net(7 Şubat 2011)

Paylaş:

Yorum yapın