Erdinç Akkoyunlu’dan, “Yağmurda” adlı öykü

Ocak 30, 2005

Erdinç Akkoyunlu’dan, “Yağmurda” adlı öykü

Cankurtaran’daki eski ahşap bir yapının gölgesini ezerek, durdurdu otomobili. 

Yanında müstakbel katili varmış gibi tedirgindi yüzü. Boğazına dayanmış hayali bıçağın ucu derisini delmesin diye, özenle yutkundu, yutkundu… 

Gitmekle kalmak arasında kararsız görünüyordu parmaklarıyla direksiyona vururken. Radyodaki müziğin sinirine dokunduğu belliydi. Yine de kapatmadı radyoyu. Ritmini bozmadan devam eden müziği susturarak, dikkatimi otomobili durduruşuna vermemi istemedi, gerekirse hesap vermeden çekip gidebilmek için… Motor çalışıyordu nasılsa… 

Yabancılaşmayı hücrelerime kadar hissettim o an. 

Bu oyunlara ne gerek vardı ki?  

Zaten nereye gidiyoruz diye sormamıştım yola çıkarken, niye durduk diye de sormazdım hiçbir zaman… 

Bir süre daha düşündü. İkimiz adına kalmaya karar kılınca da, kapattı kontağı. Kısa bir sessizlik yaşandı sebepsiz. Sonra, derin bir nefes alıp girdi söze. İlk cümle çatlak bir sesle döküldü ağzından. Tipik bir yorgunluk işareti…  

Boğazını temizledikten sonra her zamanki kararlı tonuyla baştan girdi lafa, gözlerimin içine bakmayı ihmal etmeden…

Konuşurken, ağzının kenarında külü uzayıp düşmek üzere olan sigara bulunmalı diye düşündüm. Sigarayı on beş gün önce bir kez daha bırakmıştı… Bir daha bırakmamak için başlamaya en iyi fırsattı o an… 

Gölgesi bizi yutan ahşap evi gösterdi. Bak, geçen hafta aldım bu evi. Hani Latife’yi görmeye gidiyorum hastaneye diye çıkmıştım, o gün işte. 

İstanbul’da yüzlercesi hala yaşanabilir evlerden birini, sanki tarihi esermiş gibi anlatıyordu. Gülmedim gülünçlüğüne…

Yaşlı, Rum bir karı kocaya aitmiş ev. Gerçi o kadar da yaşlı değillermiş 6 – 7 Eylül olaylarından sonra Rodos’a göç ettiklerinde. Ellilerindelermiş galiba ya da o yaşlarda… Ellisinden sonra bütün yaşlar birdir zaten değil mi? Yaşlılarmış işte, epey yaşlı…

Kendi yaşlılığını düşledi galiba. Kısa bir an sustu… 

Onlar gittikten sonra evle pek ilgilenilmemiş. Sonradan gelen kiracılar da tutunamamış. Yılda üç-beş kiracı girip çıkmış. Ev, bünyesine yabancıları kabul etmemiş. Her çıkan kiracı da, bir hasar bırakmış arkasında. Son on beş yıldır da, semtine uğrayan olmamış evin. Varlığı unutulmuş adeta. Terk edilecek bir kaderi olduğu bile unutulmuş…

Hikâye anlatmıyor da, anılarını yeniden yaşıyor gibi gözleri eve dikiliydi. Bir süre öylece evle birlikte satın aldığı anılarla baş başa kaldı ve bekledi. Bu, devam et, demem için bana sunulmuş bir fırsattı. Susarak harcadım fırsatı…

Böyle bir ev aradığımı duyan gazeteci arkadaşım tanıştırdı evin mirasçılarıyla. O da İstanbul’un eski evlerini haberleştirirken tesadüf eseri tanışmış aileyle. Uzun hikâye anlayacağın… Satmaya gönülleri yok gibi geldi baştan, ama parayı peşin alacaklarını duyunca yelkenleri suya indirdiler uzatmadan. Satmazlarmış ya, büyükbabalarının ruhu da rahat etmezmiş ev böyle harap kaldıkça. Çünkü büyükanneye olan aşkının kanıtıymış ev. Her tahtasında emeği varmış ölü ihtiyarın.  Tamir ettirecek güçleri de yokmuş, Büyükada’da oturdukları evin masrafı yetişirmiş falan bir sürü lakırdı dinledim satışa kadar. Seslerini çabuk kessinler diye açıktan para bile verdim. Alın, ailenin başka evlerini kurtarırsınız belki, dedim. Para kapattı çenelerini. Ne dersin, Rumlar da Yahudiler kadar sever mi parayı?

Hiçbir şey demem, dedim. 

Hiçbir şey mi, diye sordu.

Hiçbir şey, dedim. 

Gıcık sen de, dedi. 

Görgüsüz, kaba varlık sen de, dedim içimden. 

En kısa zamanda restorasyona başlayacağım. Geçen gün bir mimar arkadaşımı getirdim, nasıl buldun burayı, dedi. Arayan bulur, dedim. Bir heves projeye girişti bile. Anıtlar kurulundan inşaat için izin almaya kaldı. İkinci dereceden tarihi eser olduğu için kurul kararı gerekiyor. Onu da aldık mı bitti gitti… İnşaat iki-üç ay falan sürer, taşınmak, eve uygun eşyalar falan almak derken biraz dişimizi sıkacağız. Böyle bir ödül için beklemeye değer doğrusu. Görenlerin zamanın donup kaldığını düşünmelerini istiyorum ev yapıldığı anda… 

Çok mutlu görünüyordu konuşurken. Olması gerekenden daha mutlu… Gördüğüm en  mutlu o. Sanki, büyükbaba onun için yaptırmıştı evi…

Adam etmen için çok uğraşman gerekecek, çok paran gidecek, kocandan aldıklarını bitireceksin bu döküntü için, dedim. 

Şaka yaptığımı söylemem için baktı suratıma. Gülüşü yüzünde dondu. Onca süslü ve özlemli sözün üstüne böyle bir çıkışı beklemediği için, gardını alamadan yumruk yiyen boksör gibi sersemledi. Usta dövüşçü olduğu için de çabuk toparlandı. Az sonra ciddi olduğumu anladı, ama kabul etmek istemedi hemen. Ama gülüşü eski evin kiracıları gibi tutunamadı yüzünde. Yağ gibi akıp gitti hemencecik… Bünyesi kabul etmedi galiba. 

Hep söylemez miydin eski yapı bir ev alıp orada yaşamak istiyorum diye?

Evet, dedim. Söylerdim, ama şimdi istemiyorum yaşamayı… 

Sen bilirsin, dedi kayıtsız görünmeye çalışarak. Fakat sözlerimden korktuğu belliydi. Bu yolunda giden planlarının son anda suya düşmesi demekti. Konuşurken yüzüne dökülen saçlarını ani bir hareketle geriye attı. O an yol boyunca sıcak yüzünden bir düğmesini daha çözdüğü beyaz gömleğinden apak bir meme göründü başında tatlı bir pembenin yandığı. Önceki akşam obur bir çocuk gibi uzun uzun emmiştim o memeyi. Sevişmeyi uzatmanın en doyurucu yoluydu bu… 

İstek denilen şey, arı gibi vızıldamaya başladı içimde. Tek tük de olsa sokaktan geçen insanlardan utanma pahasına yavaşça başımı uzattım lezzet kaynağına doğru. İyiden iyiye sinirlendiği için beni fark etmemiş olacak ki tartışmaya gerek yok, evi restore ederim, odanı da hazırlarım, istersen gelip oturursun, dedi. 

Sesindeki otoriter hava olmasaydı, dudaklarımı söylediklerine rağmen yapıştıracaktım vücuduna. Arkama yaslanıp, sen bilirsin, dedim. 

Bir süre konuşmadan, birbirini önemsemeyen iki yabancı gibi oturduk otomobilin içinde. Sıcakla birlikte kokusu daha ağırlaşan parfümüne bulanmış terin akışını izledim koltuk altlarından. Terli derisinin kozmetikli tadını düşleyerek büzdüm kurumuş dudaklarımı. Niyetimi anlamış gibi insanın farkında olmadan çıkardığı haz iniltilerine benzer seslerle ofladı birkaç kez. Kadının erkeği yenmeyi başardığını görünce, nefsime de yenilmemek için bozdum sessizliği.

Bu akşam bekleme, belki gelmem, dedim. Dediğime de pişman oldum laf ağzımdan çıktığı anda. Saçmalamak için susmuştum onca zaman. Dönüşü olmayan yollara girmiştim. 

Gelmen için seni bağlayan bir şey yok, istersen gelirsin, istemezsen hiç uğramazsın, dedi. Mağrurluğu ve haklı görünüşü etkileyiciydi. Bu kısa savaşı o kazanmıştı bir son dakika hamlesiyle. Ellerimle teslim etmiştim sancağımı düşmana. Muzaffer komutan edasıyla başını evine çevirdi, gözlerim hala o yabancının memelerindeydi… 

***

Suriçi’nin, şehrin yabancısı için korkunç bir labirentten farksız sokaklarında gezdim… İstesem de kaybolamayacağım dolambacın Arnavut kaldırımı sokaklarının kirli asfaltlarca kara örümceklerin avları gibi tek tek yutulduğunu gördüm. Sokak kedilerinin ağzı kapaklı çöp kovalarına bakıp, akşamüstü yol kenarına torba içinde çöplerin bırakıldığı günleri özlediklerini düşündüm. Yazdığımı unuttuğumu unuttuğum bir öykümü hatırladım… Hüznün kollarına atıldığımı anlayınca bıraktım hatırlamayı hiç kimsenin okumadığı öyküyü… 

Sıcaktı hava. İnsanın beynine çivi çakıyordu sanki güneş. Kollarını bileklerimden katladığım beyaz gömleğim sırsıklam olmuştu terden. Hafif bir rüzgâr esse, sırtımın ürpereceğini düşündüm. Nasıl geldiğimi anlamadığım Topkapı Sarayı’nın sarmaşıklarla bir kat daha örülmüş duvarlarının gölgesiyle serinledim bir süre. Sonra yürüdüm, gideceğim yeri bacaklarımın keyfine bırakarak. Öğle ezanının insanı çağırdığı Sultanahmet Meydanı’na çıkmadan, ara sokaklarda toplaşmış turistlerin yüzlerinde rehbersiz dolaşmanın mutluluğunu okudum. Keşiflerini tarih kitaplarının yazmayacağı kâşiflerin peşlerine takılıp tarihe ve gündelik hayatlara tanıklık eden yapılara baktım merakın doyumsuz açlığıyla. 

Yürümek haz verdi, mutluluk ve huzur verdi az sonra. Uzun süren bir felçten kurtulmuşçasına iştahla yürüdüm. Nereye neden gittiğimi hesaplamadan yürüdüm yürüdüm… 

Onu, parayı bastırarak, yaşanan aşkı da satın aldığını sandığı evinin önündeki otomobilde bırakmıştım. Arkamdan hüzünlü gözlerle siyah beyaz bir filmin en renkli sahnesinde rol kesen aktris gibi baktı mı bakmadı mı bilmiyorum. Baktığını hayal ettim yalnızca. Böyle bakmak ona yakışacağı için düşündüm belki de. Belki de tüm düşüncelerim uzun zamandır bir şekilde ona çıktığı için istemeden alışkanlıkla düşündüm. Ve yanından tek laf etmeden ayrılmanın bedelini düşündüm az sonra… 

Af dilemek gerekecekti kadına kadınlığının ardına düşüp varlığını erkeğin bedeninde aradığını söylediğim için. Aşağılıkların bile namus defterlerinin en temiz sayfasına yazdıkları kuralı çiğnemek ne kötüydü… 

Bedel ödenecekti…

Bedel ödemek için eve gitmem; sevişmek için geceyi beklemem gerekiyordu. Gündüzün bizi utandıran günahını, gecenin örtüsüyle gizlemek için zaman cinayeti işlemeliydim… Küçükken kulağıma İslam’ı üfleyen dedem, “Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir, diye buyurur peygamberimiz,” derdi. Şimdi yanımda olsa sorardım, “Peki zamanı öldüren de tüm kâinatı öldürmüş sayılır mı?” 

Serin ara sokaklara daha da hüzünlü yayılan ezanın bitişiyle berraklaştı zihnim. Anı ölümsüzleştirme telaşında durmadan deklanşöre basan turistlerin arasında kaldığımı anladım o an. Hiçbir fotoğrafın içinde yer almamak için kaçar gibi, gibisi fazla, kaçarak uzaklaştım yanlarından. Fotoğraflardaki kâğıt üstüne kaydedilen anın yaşanan andan daha güzel ve eğlenceli olduğunu ispata uğraşan yalancı ifadeleri aklımdan çıkaramayışımdan olsa gerek sevmem fotoğrafları. Hele gülümseyişleri hala taptaze duran ölü yüzleri görmeye hiç dayanamam…

Bir çınarın gölgesine sığındım soluk soluğa. Atalarıma rahmet okudum gölgesi geniş, ömrü uzun ağaçları yol kenarlarına dikmişler diye. Hemen önümden garip görünüşüme hep birden dikkat kesilen turistler geçti. Turist olmak her şeye ilgi duymak anlamına geliyormuş gibi… Yorgunluğunu annesinin kucağında atmaya çalışan dört-beş yaşlarında teni ve saçı sapsarı turist kızın gülümseyişine yanıt verdim aynı lisanda… Ve boşaldı zihnim. Bırak, bugün de böyle olsun, özür falan yok, dedim… Ama belki sevişiriz yine de… 

***

Dikilitaş’ın önünde durup hiyeroglifleri çözmeye çalıştım, arkadaşsız yapayalnız geçen çocukluğum boyunca oynadığım bağlantı oyununu oynayarak. Şekilleri benzettiğim nesnelerden doğan çağrışımları birbirine bağlamaya uğraştım. Bir çeyrek saat hayal âleminde dolaştım. Hayal gücümü karıncalandırdım… Yorulunca da cilası güneşte parlayan kanepede dinlenip, yaşlı çiftleri izledim. Gençliğinde kim gerçekten âşıktı birbirine, kim yaşlanınca mecburiyetten katlanır oldu yanındakine, önümden geçenlerin yüzlerinden okumaya uğraştım… Yakınlarda bir ayna var mı, yüzüme bakıp içimden geçenler yüzüme yansıyor mu diye de telaşlandım… 

***

Sirkeci’den kalkan Kadıköy vapuru alabildiğine doluydu. Dış taraftaki oturma yerleri, iç salonlar, balkonlar adam almıyordu, hatta merdivenlerde oturanlar bile vardı. Temmuz ortasında öğle vaktinde vapurda bu kalabalık ne arıyor diye düşündüm bir süre, sonra vazgeçtim düşünmekten… 

Oturacak yer olmadığından gezinmeye başladım… 

Kendimi insanların yüzlerindeki ve bakışlarındaki anlamı okumaya kaptırdığım için devam ettim yüzlerdeki ve gözlerdeki anlamları okumaya. 

Sinirli, yorgun, üzgün, kederli, kayıtsız, içten pazarlıklı, umarsız, karanlık yüzler ruhlarındaki kötülükten arınmak ister gibi bakıyorlardı boğaza. Kim bilir belki arınıyorlardı da… Bizans’ın kutsal suyu vaftiz ediyordu İstanbul’un bakışlarını yıkadığı Müslüman ahalisini…  

Hafifçe gülümseyen, gözleri canlı, arada derin derin nefes alan, ciğerlerine dolan oksijenle sarhoş olan yüzler akıllarındaki imgeyi şiire dönüştürmek için ilham almak istermişçesine dönüktü lacivert dünyaya… 

Sıkıldım bir süre sonra yüzlere ve gözlere bakmaktan. Yoruldum da dolaşmaktan. Oturacak bir yer aramaya başladım kendime. 

Ve her zaman olan şey oldu az sonra. Bir kadın ilgimi çekti… 

Rüzgârın elinin, eteğinden girip bacaklarını ve kalçasını okşamasından aldığı zevkle buruşuyordu güzel yüzü. Bu zararsız sevişmeden nasıl hoşlandığı lacivert gözlerinin parlayışından belliydi. 

Kurdum bunları. Kadının rüzgârla seviştiği falan yoktu. Eteği açılıp bembeyaz bacaklarının baldırları ve kalçasıyla nasıl uyumlu yaratıldığını kimse görmesin diye bir eliyle eteğini tutuyordu. Diğer eliyle de vapurun parmaklığına tutunmuştu. Karnını da parmaklığa dayamıştı. Onu öyle görünce içinden şarkı söylediğini düşündüm. Ve hiç düşünmeden yerimden kalkıp hızla gözlerimin elbiselerinden soyduğu güzel kadına doğru yürüdüm ve bir tanıdığıma rastlamış gibi omzuna dokundum.  

Dokunmadım. Yalan söylüyorum. Ama dokunmayı çok istedim gözlerimle soyduğum bedenine. Sadece parfümünün kokusunu alabileceğim kadar yakınına sokuldum ve yanında duran adam yerinden ayrılınca tıpkı onun gibi vapurun parmaklığına tutundum. 

Beni fark etti az sonra. Lacivert gözlerini yeşil gözlerime dikip öylece baktı biraz. Boyasız dudaklarının doğal kırmızısını aralayıp bir şey söylemek istedi, ama hemen caydı. Tam o anda rüzgârın eteğinin altındaki eli tahrik edici bir şey yaptı galiba yüzü garip bir biçimde buruştu, kilitlenen çenelerinin arasından inlemeye benzer bir nefes boşaldı. 

Boşalmadı nefesi. Sadece bana baktı bir saniye kadar. Anlamını yalnızca en ayıp şeyleri utanmadan yapanların anlayabileceği bir lisanda baktı… Sonra bir daha da bakmadı, ta ki vapurun Haydarpaşa açıklarında hareket etmediğini vapurdakilerle birlikte anlayana kadar.

“Sanırım motorda bir sorun oluştu, ama fazla sürmez. Birazdan yol almayla başlarız. Hem biliyor musunuz yani biliyor musun vapurdan indikten sonra eve gitmek istemiyorum. Seninle gelsem, sana gitsek ya da seninle birlikte olabileceğimiz herhangi bir yere, neresi olursa. Gelir misin benimle? Öyle güzelsin ki! Yitip gitmeni istemiyorum kıyıya varınca vapurdan iskeleye atlayan kalabalıkla birlikte. Başkasıyla sevişirken gözlerimi kapatıp seni düşlemek ya da bir öykü kurarken seni aklıma getirip hüzünlenmek istemiyorum. Anlıyor musun beni? Anlamak ister misin peki?” 

Tam olarak bunlar geçti aklımdan güzel kadının yüzüne bakarken. O da her nedense bana baktı ben ona bakmayı sürdürürken. Hâlbuki kadınlar erkeklerin böyle bakışlarına alışkındırlar ve bir şey yapmaya niyetleri de yoksa dişi bakışlarıyla yanıt vermezler sanıyordum ve o güne kadar böyle sahneleri bildiğim gibi yazıyordum. Yanılmışım. 

Birine benzettiniz galiba, dedi vapur denizin ortasında durup ben melankoli denizinde dibe doğru çekilirken. 

Evet, dedim kayıtsızca. 

Kim peki, diye sordu öğrencisiyle konuşan öğretmen gibi. 

Eski bir dost, dedim konuştuğumuza şaşırarak ve duyduğum kendi sesimin kendi sesim olmadığını, konuşan benken sesini duyduğumun başkası olduğunu düşünerek. 

Bazen herkese olur böyle, diye yeni bir söz açtı konuşmayı kapatma fırsatı varken.

Evet, herkesin başına gelebilir, dedim kararlılıkla. 

Güldü.

Güldüm. 

“Ay ne olacak şimdi, denizin ortasında mı kalacağız?” diye kaygılanan yolcuların sesleri uğultu halinde yükseldi. 

Baktık birbirimize, yolcuların garip korkuları güldürdü ikimizi de. Bir dakika içinde iki kez güldük diye düşündüm. Ya şimdi çekip gitmeliyim yanından hiçbir şey söylemeden ya da aklımdan geçirdiklerimi hesapsızca söylemeliyim ona. Yoksa… 

Yoksa… 

Yoksa…

 İçinden çıkamayacaktım o günkü öykümün. Yazdıklarımı okuyan yazar arkadaşlarım “İnsanlar günlük yaşamlarında böyle konuşmazlar” diyeceklerdi. Desinler, aldırma gönül dedim. 

Bana mı dedin, diye sordu. Güldü. 

İsmin Gönül mü yoksa, dedim konuşmayı uzatmak için sırf iş olsun diye.

Evet, dedi.

En sevdiğim isimdir, dedim buna kendimi inandırarak. 

Bacaklarını dizlerinden kırarak yere doğru hafifçe eğilip reveransını yaparken teşekkür ederim, dedi. 

 Sen gerçek misin, yoksa düş mü görüyorum veya yazmaya kendimi kaptırdım da gerçek mi sanıyorum uydurduklarımı, dedim. 

Ee, artık ona da sen karar ver, dedi gülerken.

Keşke gerçek olsaydın, dedim.

Ben her yağmurda gerçeğim, dedi gülümsemesi yüzünde parlarken. 

Nasıl oluyor bu, diye sordum. Şaşırmıştım yanıtına. Bu, sesime de yansımış olacak ki vereceği cevaba tepkimi kestiremediğinden biraz bekledi yanıtlamak için sorumu.

Ben bir yağmur perisiyim. Görevimse yağmur damlalarının düşmeleri gereken yere ulaşmalarını sağlamak. Bu epeyce zor bir görev. Çünkü bir saniye içinde milyarlarca damlaya yol göstermem gerekiyor. Bazen hiç ara vermeden aylarca çalıştığım oluyor. Yağmur ormanlarını bilirsin değil mi? Oralarda pek sevilirim…

Seni yalancı, dedim sesime en tatlı rengini vererek. 

İnanmıyor musun bana, diye tatlı şımarık bir kız gibi sordu. 

İnanmıyorum, dedim inatçı bir keçi gibi ve gülümsememi yüzümden düşürmeden. 

Havaya bak bir tek bulut görebiliyor musun? Göremiyorsun değil mi, çünkü bu gün izin yapıyorum. Bugün hiçbir yere yağmur yağmayacak bundan emin olabilirsin, dedi ve bir de göz kırptı ,anlarsın ya, der gibilerinden. 

***

Ankara’da üniversiteye giderken ona âşık olduğumu bildiği ve benim de parasızlığım birinci neden olmak üzere onunla bir araya sevgili olarak asla gelemeyeceğimizi bildiğim halde ve benim tüm iyi niyetle uzattığım dostluk elimi elinin tersiyle itip ruhumu yaralayan, fakat ben ünlü bir yazar olunca yanında iki oğlu olduğu halde güzelliğinden pek bir şey kaybetmeyen, üstüne üstük boşanırken kendisinden daha zengin kocasından hayli bir para da kopardıktan sonra karşıma çıkıp bana kendini yaşayamadığım gençliğimden öç almak için sunan, hiçbir şey isteyip beklemeden sunan kadın, yani ilk aşkım, içki kokan nefesini enseme üfleyerek beyaz boş kâğıdı izleyişimi seyretti bir süre. Sonra dayanamayıp açtı çenesini. 

—Ne yazacaksın, öykü mü roman mı?

—Bilmiyorum. 

—Ev meselesi yüzünden kızgın mısın bana hâlâ?

—Bilmiyorum. Galiba değilim. Kapatalım bu konuyu lütfen.  

—Sana bir şey itiraf edeyim mi?

—İtiraflar kişisel ve gizli kötü tarihin açığa çıkması demektir. Ne söyleyeceksen kendine sakla.

—Ama seninle ilgili anlatacağım. Bunu nasıl kendime saklarım? 

—Nasıl saklarsın değil mi? Söyle öyleyse, dinliyorum seni. 

—Bir aydır eski kocamla yatıyorum. Gündüzleri yeni aldığım evin restorasyonunu denetlemeye diye onun evine gidiyorum. Deli gibi sevişiyoruz. 

—Sen sarhoşsun. 

—Hayır değilim. 

—Kaç kadeh içtin, doğru söyle.

—İçmedim diyorum sana, anlamıyor musun, iç- me-  dim…

—Demek sarhoş değilsin ha. İyi, güzel. Söyle bakalım bu durum karşısında ne yapmamı istiyorsun?

—Bilmiyorum.

—Seviştiğinizi açıkladığına göre bir amacın olmalı.

—Amaç mı? Şey… Sadece söylemek istedim… 

—Peki, yarın evime dönerim öyleyse. Sana da mutluluklar dilerim. 

—Ben… Sadece… Çocuklar… Biliyorsun…

—Biliyorum. 

—Tamam. Yalnız bırakayım seni belki yazmak istersin. 

—Sağol.

—Şey.

—Evet. 

—Bu gece birlikte yatacak mıyız?

—Bilmiyorum…

—Ama son kez…

—Ya kocan…  Onu aldatmış olmayacak mıyız?

—Haber vermeseydim sana, aldattığını bilmeyecektin.

—Haklısın…

—Gelecek misin?

—Evet. Yani galiba.

—Seni bekliyorum. 

—Tamam. 

—Şey.

—Yine ne var?

—Ona mı gideceksin yarın? 

—O, kim?

—Geçen gece uykuda ismini söylediğin kadın.

—Yok öyle biri. Rüya görmüşümdür. 

—Yok mu gerçekten? 

—Yok, emin olabilirsin. Hem bundan sonra seni ilgilendirmez zaten.

—Haklısın. İlgilendirmez, ilgilendirmemeli. 

—Sen yat ben birazdan geleceğim.

Çalıştığım odanın kapısı kapandı, televizyon izleyen çocuklar odalarına çekildi, sevgilim de salonu üstün körü toplayıp yatak odasına girdi, pijamalarını çıkarıp çırılçıplak uzandı yatağa, beni bekledi. Kâğıda baktım. Bir şey yazamayacağımı anladım. 

Yine yenilmiştim… Yarın sabah, yarı deli sevgilim, bu gece söylediklerini inkâr edecekti. Ona bugün bana söylediklerini söylemediğine inandığımı söyleyecek, kendimi dışarı atacaktım akşama kadar, bugünkü gibi. Akşam olunca da onun evine dönecek, her akşamki şeyleri yapacak, sonra yatağa girip rahat bırakırsa uyuyacak; rahat bırakmazsa, “Seni bir daha ne zaman görürüm,” diye sorduğm yağmur perisinin “Elbette yağmurda,” deyişini hatırlayıp, elimin altındaki kadın bedenini onunki sayarak, erkeklik görevimi yapacağım…

Paylaş:

Yorum yapın