Ofiste masasında kahvesini her içtiğinde böyle oluyordu. Ne kadar dikkat ederse etsin, dudağıyla kupanın kenarını ne kadar emerse emsin, hep kupadan aşağıya doğru kayan damlalar lekelerini bırakıyordu fincanında. Beyaz olsa fincan, renkli olsa, simsiyah bile olsa fark etmiyordu, o lekeler bir şekilde kendine yer buluyordu. Çalıştığı start-up’un genç yöneticisinin iş yemeklerine eşlik etmek için gittiği ve bir salataya 128 Türk lirası ödenen restoranlarda da hep bunu fark edip şaşardı. Ağır puro kokusu esanslı mekanlarda zenginlerin ve kendini öyle göstermek isteyenlerin tüm o zarafet ve ihtişam özenlerine rağmen fincanlarındaki lekeleri önleyemediklerini görürdü. Paranın bile yetmediği sınırlı anlardan biri demek ki, diye düşünürdü kendi kendine. Beyaz kahve fincanlarındaki kahverengi lekeler.
Kahvesinden uzun bir yudum çektikten sonra, iş sırasında kendi ellerine, beynine ama en çok da ruhuna her mola vermek istediğinde yaptığı gibi, masasının yanındaki duvarda bulunan yuvarlak pencereye dikti gözlerini. Mimarının bu binayı çizerken, açmak için herhangi bir aparat iliştirmeyi akıl edemediği, belki de akıl edip de eyleme geçirmediği pencereyi. Uçaklardaki küçük pençelere benzetirdi hep, onun birazcık büyüğü sanki. Düşler çemberi derdi ona. Birçok hayalinin senaryolarının yazıldığı, düşler çemberiydi o.
“Dışardan bakanların gıptayla baktığı bir kuleymiş o. O kalenin içinde tertemiz pınarlar, büyüyen çiçekler, eteklerinde yemyeşil otlar varmış. İçine girene bin bir tatta meyveler varmış. Gel zaman git zaman kaleye yeni kuleler eklenmiş. Her biri farklı renkte kuleler. Kulelerin sayısı arttıkça, kalenin içine düşen gölgeler de artmış. Güneş ışığı eskisi kadar ışıtmıyormuş her yeri. Mor pelerinliler o kulelerin kendi aydınlıklarını ellerinden almaya başladığını söylemişler krala. Kral ise hiç oralı olmuyormuş.”
Sabahtan beridir elindeki işte bir gıdım ilerleyememişti daha. İki gündür, hem ofisinin bulunduğu binanın önünde hem de şehrin muhtelif sokaklarında fırtınalar yaratan eylemlere dair bir bilgilendirme yazısı yazması istenmişti ondan. Kriz yazısı deniyordu şirket içinde. Bu sefer ama ciddi bir kriz kapıdaydı, öyle yönetim kademelerindekilerin kendi yöneticilik egolarını tatmin için köpürttüğü “krizimiz var”larından değildi bu. Küçük bir odada kurulup birkaç yılda çok büyük paralara hükmetmeye başlayan şirkette pespembe günler geride kalıyordu. Köprüyü yükseltip onu ayakta tutanlar, köprünün üstünden tonlarca para geçerken, hep köprünün altında ezilen olmaktan artık bıkmışlardı. Moruyla, pembesiyle, yeşiliyle, şehrin sokaklarında, asfaltlarında, bir ateş harlanıyordu.
“Nankörler” diye haykırıyordu kral. Mor pelerinliler sarmıştı kulelerin etrafını. Sizi ben yedirdim içirdim, ben verdim ekmeğinizi. Ben olmasam siz de olmazdınız diyordu. Mor pelerinlilerin gönderdiği temsilcileri ise sürekli geri çeviriyordu. Ama mor pelerinlilerin vazgeçmeye niyeti yok gibiydi. Biz burdayız kral, bunu bilesin diye haykırıyordu onlar da. Gün battığında da burdayız, gün ağardığında da. Şurdan şuraya gitmeyiz kral, hakkımızı almadan. Elinde olanı paylaşmadan. Kral ise sadece “nankörler” diyordu. Bu kule benim, içindeki dışındaki her şey benim. Anlıyor musunuz, nankörler, benim.”
Birçok metin yazmıştı, reklam metinleri, lansman metinleri. Kampanya duyuruları. Bu sefer ise farklıydı. Yazdığı şeylerle arasında ilk kez uçurumun bu kadar açıldığını hissetti. Çantasını takıp koluna, ofisten çıkıp aralarında olmak istediği insanlara, “bakın ben de sizdenim esasında, lütfen inanın, bana inanın bakın” demek istediği insanlara dairdi yazdığı. Eylemlerinin daha sadece üçüncü gününde, hedef gösterilip işinden edilen insanlara. Neredeyse bir saat olmuştu, yazıp yazıp siliyordu. Yazıya dair aldığı kısa brief metinini açıp okuyor, sonra yüzünü buruşturup kapatıyordu. “Yazı nerede kaldı” diyecek mailin onun kutucuğuna düşmesi, an meselesiydi. Onun gözü ise sık sık pencereden göğe doğru kayıyordu.
“Büyük imparatorun paralı askerleri de ufukta gözükmüştü. Lacivert kostümleriyle. Kirli sakallarıyla. Tüttürdükleri dumanlarla. Dört bir yandan kaleye yaklaşıyorlardı. Kralın haykırışları yankısını bulmuş, imparator yardımına yetişmişti kralın. Mor pelerinliler yerlerde sürükleniyordu. Saçlarından tutulup, pelerinlerinden çekilip, taşlarını tek tek dizip ördükleri yerlerde acımasızca sürükleniyorlardı. Kral, kulenin en yüksek katından aşağıda olan biteni keyifli izliyordu, siz bunu haketmiştiniz dercesine.”
Başını çevirdiğinde ekrana doğru tekrar, bir süre için hangi evren ve zaman diliminde olduğunu anlayamadı. Ellerini, parmaklarını bir süre hissetmedi. Uyuşmuştu elleri, ellerini hareket ettirip kaslarını açtırdı, uyuşukluk geçsin diye. Sonra sol elinin ikinci parmağının bilgisayarının klavyelerinde send tuşunun üstünde olduğunu gördü. Acaba ne kadardır üstündeydi eli o tuşun. Titriyordu parmakları. Korkudan titreme değil ama dedi bu. Sanki coşkudan bir titreme. Ellerinden bacaklarına inen, ordan midesine çıkan, ordan kalbini güm güm gümleten, bir titreme. Ekrana takılmış gözleri şimdi artık iyice kayıp giden bilincinin ellerini ele geçirip adeta, yazdırdığı metine bakıyordu
“Kamuoyunun dikkatine,
Özellikle son iki yılda pandemi nedeniyle de gücüne güç katan, kârını üçe katlayan şirketimizin ne yazık ki çalışanlarına düşük ücretleri reva gördüğünü üzülerek fark etmiş durumdayız. Buna ilaveten, yine kar kış, virüs salgın demeden gece gündüz emek veren çalışanlarımızın sendika hakkını yeterince tanımadığımızı, farklı yollarla çalışanlarımızı yeteri derecede güvenceyle çalıştırmadığımızı, yaptığımız özeleştiriler sonucunda görmüş bulunmaktayız. Son açıkladığımız yeni ücret zammının açıklanan enflasyon ve asgari ücret artış oranının gerisinde olduğunun belirlenmesi üzerine, şirketimizce yeni bir değerlendirme yapılmıştır. Yapılan değerlendirme neticesinde, hak arayan emekçilerimizin tüm talepleri kabul edilmiş, yönetim kurulu başkanımızın işçiler hakkında yaptığı talihsiz açıklamalar nedeniyle de özür dilenmiş, özürlerin kabulü rica olunmuştur.
Şu hiç unutulmamalıdır, en düşük ücret insanca yaşamaya yetecek ücret olmalıdır.
Saygılarımızla.”
Parmağı bir süre daha send tuşunun üstünde kaldı. Basmak istedi. Mailin CC’sinde yer alan, ülkenin önde gelen,kallavi ajansları, gazeteleri, internet sitelerinin adreslerine, bu metini göndermek istedi.
“Gönderemedi”
Diğer eliyle kolunu tutup hemen, sol elini çarpılı işaret üstüne getirdi. O an çarpılı tuşa basan parmağının artık kendi kontrolü dışında olduğunu sezdi.Kızım, burda mısın, nerdesin. Kaç dakikadır ayakta dikiliyorum yanında.
…..
-Heyy, burdayımm.
-Pardon ya yazdığım işe takılmışım.
-Hadi ordan, pencereden dışarı bakıyordun, şu yuvarlak camdan nereye bakıyorsun hep sen.
-Yoo.
-Nasıl yoo. Bakıyordun işte, kaç dakikadır seni izliyordum, fark etmedin mi. Bir ekrana bakıyordun, bir de dışarı.
-Yok dalmışım canım ya, kusura bakma.
-Saçmalama ya, ne kusuru. Hadi öğlen tatilinin yarısı geçti zaten, şu köşede yeni açılan yeni kahveciye gidelim.
Kalkmadan, tekrar o pencereden dışarı baktı.
Çantasını omzuna takıp sonra, ‘şu köşede yeni açılan kahveciye’ gitti. Binadan çıkarken, masasının da bulunduğu ofisin 5. katını ve küçük yuvarlak penceresini aradı gözleri. Güneşin gözünü almasına rağmen hemen buldu o küçük ve özel penceresini, çok uzaklardan bile bir bakışta ayırt edebileceği.
Bir an o pencereden bir mor pelerinlinin kendine doğru baktığını gördü.
edebiyathaber.net (16 Ağustos 2022)