Aydınlanmayı hikayelerde aramak | Cansu Işık

Ocak 24, 2022

Aydınlanmayı hikayelerde aramak | Cansu Işık

Yaşadığımız çağ üzerine düşündüğümüzde, “akademik perspektifte sıklıkla dillendirilen “üst anlatılar” çağına geçtiğimizi söyleyen filozoflara inat, öykülere daha çok ihtiyacımızın olduğunu hissediyoruz. Elif Şafak’ın İngilizce olarak 2020 yılında yayımlanan eseri, “How To Stay Sane In an Age of Division” adlı eseri, işte bu “krizlerin, derin adaletsizliklerin, endişe bozukluklarının” yoğun olarak hissedildiği bir şimdide, daha iyisi için “umut etmenin, güvenmenin ve inanmanın” anıyla-anlatıcının hikâyede sentezlemesinin seslenişidir.

Şimdide bir gelecekte, evimizi ve dünyamızı kaybolmaya yüz tutmuş hatalarla örtmeye zamanımız yoktu. Şafak, ayrımcılıkları ya da eşitsizlikleri inşa eden toplumlar olmak yerine, “empati ve hümanizm” diyordu.  Yazar, “pandemiden sonra eski şeylere geri dönemeyeceğiz” yorumunu getiriyordu.

Sondan başlayarak, “demokrasinin, empatinin ve daha akıllı gelecekler inşa etmenin” önemini, “duygunun” ve “duygulardan korkmamanın”, hikayelere ve hikaye anlatıcılarına ihtiyacımız var diyerek sesleniyordu. Elif Şafak, yüksek sesle haykırarak, sonucu T.S Eliot’un “Little Gidding”, 1941 yılındaki eserindeki alıntısıyla bağlar: “Başlangıç dediğimiz şey genellikle sondur… Son, başladığımız yerdir[2].”

Konu, bir hayli enteresan duruyor. Başlangıçta vücut bulan bir son ve sonlar başladığımız yer olunca, “değişim” alanlarını betimleyen, aydınlanmaya katkısı olan hikayeleri “seyyahlar” gibi betimlemek gerekebilir.  Değişim, “Herakleitos”’un “Kırık Taşlar” adlı eserinde, doğum-yaşam anlatısında birleşmişti. Diyalektik zaman içinde, “dama oynayan bir çocuktur zaman, krallık çocukta” derken, zaman-yaşam arasındaki hareketi ve dinamiği görürüz; oysaki sondan başlarsak, çağın “değerleri” nasıl yıktığı sorunsalı bir tokat gibi yüzümüze çarpar.

Bu konu bence, 2011 yılı sonrası, Ortadoğu toplumlarındaki süreçte ve daha sonrası için hayli çarpıcı duran “İnsan Haysiyeti” meselesi, çağımızda ve toplumlarda “derin bir huzursuzluk ve endişe bozukluğu” yarattı. Hiç olmadığı kadar kaygılıyız. Gelecek için, kadınlar için, çocuklar için, doğa için, yuva için…vb

2020 yılından sonra ise adeta simülasyon-hiper gerçeklik çağında yaşadığımızı düşününler, toplum ile ilgili beklentilerini ve kaygılarını dillendirmeye başladılar. Yıl 2020 ve İdlib’de rejim güçlerinin saldırısının ardından sınır kapılarının açıldığı iddiaları üzerine yüzlerce göçmen Edirne’ye akın etmeye başlamıştı. Yunanistan’a açılan Pazarkule Sınır Kapısı’na ve Bulgaristan’a açılan Kapıkule Sınır Kapısı’na doğru yürüyüşe geçen göçmenlerin sayısının sürekli arttığı haberi kapsamında, Edirne’ye gelen aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 300 göçmen, haberin duyulmasının ardından gece yarısı Yunanistan’a geçmek üzere sınıra doğru yürüyüşe geçti. Sert bir geçiş olarak durmasıyla birlikte, nitelik ve nicelik olarak “göç olgusunun”, ağaç modelinin birçok dalı olduğunu ekranlardan  izlemiş olduk.

Ülkemiz, farklı kültürlerden insanların, örneğin, Suriyeli, Faslı, Pakistanlı ve Afganistanlı insanların odak noktası oldu. Politikaya ve toplumsala ait “yaşam belleği ve deneyimi” anlatısı bir anlam ileticisi olarak, “çifte gerçekliğin” algılardaki yerini medya aracılığıyla seslendirdi. Hangi gerçeklikler ve kopukluklarla hikayeleri betimleyebilirdik?

Son yıllarda “göç olgusu”, “nitelik ve nicelik açısından değişmiştir. Irk, din, ekonomik bunalımlar, insan hakları olarak yaşanan toplumsal sıkıntılardan dolayı, insan yaşamını ve özgürlükleri “tehdit altına” alan “durumlar” ve “olaylar”, göç mevzusunun “siyaset, ekonomi, kültürlerin etkileşimi, toplumların yapısı” gibi birçok unsurla birlikte,  “mültecilik” kavramının tanım alanlarını birçok faktöre göre tekrar incelenebileceğini göstermiştir. Göç olgusunun “zorunluluklarla” birlikte ele alınması, “değişkenlerin” de artmasına neden olmuştur. Örneğin, “savaşlar, siyasal baskılar, çatışmalar, eğitim” gibi  pek çok faktörle sürekli yenilenen göç hareketliliği, insanın başka yere göç etme isteği temel bir söylemle ayrıntılandırılamayacak çok boyutlu duruyor.

Yurttaşlık kavramı çerçevesi, devletlerin var oluşundan bu yana “ulus-devlet” modeli gibi perspektif analizleri ve sınırları ile birlikte hatırlanmaktadır. Yurttaşlık kavramı, “yurttaşlık haklarının”, farklı sınırlarda farklı yurttaşlık yaklaşımları ile “insan haklarına” karşı devletlerin bakış açılarının farklılaşmasına neden olmuştur. Konunun “meritokratik yönelimler” açısından değeri, “çağdaş yurttaşlığın kültürel değerlerimizdeki” yeridir. “Demokrasi” klasik tanımıyla, “kratos”; iktidar, yönetme, güç” anlamı, “Demos” sözcüğü ise; “halk, yurttaş topluluğu, sıradan halk” gibi pek çok anlamı olan bir sözcüğün, kategorik yurttaş kimliği yaratmasını sorgulamak yerine, kültürel değerlerimizde “aydınlanmanın” ve bu topraklardaki “sevgi, dostluk” gibi yıllar öncesinden “göç” olgusunun hikayelerdeki uzantısını hatırlatmak gerekiyor.

“Yaşam alanımızı” hikayelerle filizlendiren ve bir dönem anlatısı sunan, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında eserleriyle aydınlanmaya katkısı olan Fakir Baykurt’un “Eşekli Kütüphaneci” adlı eserindeki karakterde vücut bulan Mustafa Güzelgöz’ün, Peribacaları/Ürgüp şehrine, Yunanistan’ın Dimitrios Katsikas adında birinin gelmesi üzerine başlayan bir öykünün “sevgi köprüsünü” betimlerken, “değişimin neresindeyiz” sorusunu sormak açısından bir hayli ilginç duruyor.

Dimitrios Katsikas adındaki genç adam, yıllar öncesinden bu topraklardan göçe zorlanan büyükbaba ve büyükannelerinin hikayesini bulmak, buraya dönmeyen akrabalarının yerine “Peribacaları’nı” gezmek ister.  Tesadüfler, bir adım ötedeki yörenin tanınan ve sevilen kişisi “Baba” lakaplı Aziz Güzelgöz’ü karşısına çıkarır. Kısa sürede kaynaşırlar. Ürgüp’te kitaplığı kurarken, otuzdan fazla köyün halkına, eşekle kitap taşıyan, “Eşekli Kütüphaneci” lakaplı, Mustafa Güzelgözü” karşısına çıkarır. Dimitrios ve Eşekli Kütüphaneci arasında “dostluk ve sevgi köprüsü” pekişir ve “Ürgüp ve Larisa” iki kardeş şehir olabilir mi fikri dolaşmaya başlar. Tabii, bu kolay gerçekleşebilecek bir şey olmayacaktır. Ancak, Aziz Güzelgöz, işlerin yolunda gitmesi ve sağlamlaşması için Ürgüp’te bir Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği kurulmasının hazırlıklarını başlatır romanın sonunda.

Hatırlanması gereken, “düşler, çocukların kitaplara binip uçması, beyaz güvercinlerin uçuşması” sadece hikayelerdeki mücadele alanı olarak kalmıyordu. Bugünkü mücadele ile karşılaştırıldığında “aydınlanmaya” katkı sağlayan bu yazarların düşlerdeki yeri, çocukların, kadınların, gençlerin ve tek tek bireylerin “eşit haklar ve çağdaş yurttaşlık” ilerleyişinde “kültürel değerlerde “eğitim bir haktır” anlayışını demokrasilere yerleştirebilmesi ve yetenek kariyerleri (meritokrasi) kapsamında kent yönelimlerine doğru tutum alabilmeleridir.  John Berger’in “Anadil, anayurttur” cümlesi, özgürlüğün “bizim kim olduğumuz” ile ilgili anlatının görme biçimi olarak durması ve aynı zamanda “aydınlanmadaki” yeri açısından perspektif sunması çerçeveyi derinleştirmektedir: Yurttaşı, yuvaya bağlar ve tüm özgürlük seslenişlerini bir hikâyede birleştirir.

Edebiyat sanatı ile girilen diyalog alanı, aslında samimi olabilecek şekilde estetik kaygılar, değer, dönem, duygu, umut gibi anlamlar diyarına açılır. Yorumlar alanı, anlam(lar) açısından özgün bir görme biçimidir: “Olasılıklar ve tahminler” gibi. Edebiyatın, siyaset ve felsefe gibi sosyal bilimler alanındaki zıtlığı, metnin kendisinin “görsel şiirinden ziyade”, mercek yani bakış açısı sunma olanağıdır.  Kişinin hafızasında canlanır, sözcükler “ilk anlamlarından” başka bireylere, dönemlere, şehirlere, nesnelere…vb açılır. Kavram güdümlülükten, “sağduyu ve öte dünyaya” ait tüm duyarlılığı keşfetmek, dünya üzerindeki “lekeyi” başka adımda “ilerleyerek” gelecek dünyasında”, Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi  aydınlatır:

En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır.

En güzel çocuk: henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: henüz söylememiş olduğum sözdür…”

Aydınlanmayı hikayelerde aramak, bir çağın bulanıklığını ve belirsizliğini Gustav Klimt’in “Öpücük” adlı eseriyle somutlaştırır. Görsel sanatlara değinmemin nedeni, Metaforik anlatım sunarak bir dönemin “protestosunu ya da direnişini” estetize ederek haykırmasıdır. Sanat eserinin böyle bir kaygı taşımamasını doğal karşılayabiliriz. Örneğin; Gustav Klimt, altın, düz bir arka planda birbirlerini öpen bir çifti tasvir etmiştir.  Kadının gözleri kapalıdır, bir kolu erkeğin boynuna sarılmıştır, diğeri hafifçe eline dayanıyor ve yüzü adamın öpücüğünü karşılayacak şekilde resmedilmiştir.

Klimt, yeni bir başlangıç sunuyordu. İpucu şudur: Aydınlanmayı, dünyeviyette, doğal hayatın izlerinde aramak, yeni bir izlenimcilikti. Görsel sanatlarda, ipucu, “mercekte” ve “dönemdeki” izleridir. Sanat ve edebiyat, hikayedeki arzuyu estetize eder, şiir ise dizelerdeki bildiriyi gerçeklikle ve ıstırapla haykırır. Öpücük, “Altın Çağın ve Aydınlanmanın” eseridir. Bütün estetikliğiyle, dünyevi hayatın izlerindeki “zincirleri” kırar. Nerede miyiz?  “Dama oynayan bir çocuğa benzer zaman, krallık çocukta” derken ki doğum-yaşam algısında başlangıçta sevmek. Öpücük hiç olmadığı kadar, jazz müziğin tınılarındadır. Aydınlanma, dünyevi olanı sevmektir.

Şimdideki bir gelecekte, aydınlanmanın yeni diyaloğu, “insani” ve “doğal hayatın” izlenimciliğinde, modernleşme felsefesinin hikayesini arayanlar için, “yeni hikayeler” zamanıdır diyor. “Eşekli Kütüphaneci” adlı eser, böyle bir dostluğun, sevginin olanağıdır. Kardeş kentler, gezici kütüphaneler, yeni kent diyalogları, yetenek kariyerleri, kent mimarisi ve dokusu, toplumsal hafızaya tanıklık eden sergiler ve köprüler… ve dahalarıdır. Şimdiki zamanda aydınlanmanın hikayesi için “aksiyoloji” diyorum. Aksiyoloji, çağın öte bulanıklılığının ve belirsizliliğinin yarattığı “lekeyi” çevirir; estetik, vicdan, moral değerlerle yeniden eyler.


[1]Politikyol Yazarı.

[2] “What we call the beginnings is often the end… The end is where we start from.”

edebiyathaber.net (24 Ocak 2022)

Paylaş:

Yorum yapın