Öykü: Bir cumartesi günü | Hülya Tamzok

Ekim 26, 2021

Öykü: Bir cumartesi günü | Hülya Tamzok

Arkadan yırtmaçlı mini eteğim, topuklu ayakkabılarımla tıkkıdı tıkkıdı yürüyorum. Rüzgâr, belime değmiş saçlarımı uçuşturuyor. İçim kıpır kıpır, gönlüm hercai, kafam güzel. Yirmi dördümdeyim. Laf atanlar, korna çalanlar… Şans mı var, düzgün bir tanesi çıkmaz ki. Hep ipsiz sapsızlar, kazmalar bulur beni. Al işte, bir tanesi de  karşıma geçmiş, elini pantolon cebine sokmuş vites değiştirip duruyor. Allah canını alsın e mi? Deli midir depek midir?

Her cumartesi uğradığım Dost’tan listelediğim kitapları aldım. Konur Sokak ile Yüksel Caddesi’nin kesişimindeki kitap okuyan cansız kadının karşısındaki banka, öğrencilerin yanına oturdum. İnsan kaynıyordu her yer. Ihlamur çiçeklerinin kokusu içime doldu. Başımı kaldırdığımda ağaca sırtını dayamış, gözünü bana dikmiş genci gördüm. “Hoop, açıkta bir şey mi gördün lan?” desem kavga çıkar şimdi, boş ver. Aman sen de canım, ne olacak? Geçen gün Şengül Hamamı’ndaki o kadının pörüşmüş memelerini hatırlamıyor musun? Sünmüş sünmüş taa şeyine kadar inmişti. Neydi o ya? Öyle kırış buruş olunca yüzümüze bakan olmayacak nasıl olsa. Varsın baksın da, gencin, gözünden çenesine inen dikiş izini merak ettim. “Ne oldu acaba?” derken gözgöze gelmemek için bakışlarımı hızla kitabıma çevirip kendimi cıvıl cıvıl seslere, gözümün kadrajına birbiri ardına düşen başka karelere, görüntülere bıraktım.

Güneşin eli açık bugün. Yüksek iş hanlarının altı pasajlarla, dükkânlarla dolu; gümüşçüler, kırtasiyeler, takıcılar, parfümeriler… Lokantanın camındaki “Sulu köfte, pilav” yazısına takılıyor gözüm; içeride yaşlı bir adamın oturduğunu görünce, “Yemek yapacak kimsesi yok zahir, yazık” cümleleri geçiyor zihnimden. Simitçinin bağırtısı kulağımı deliyor: “Gel apla gel, taze, sıcak simit, yanıyo yanıyo yanıyo…” Her “Taze”, “Sıcak”, “Yanıyo” deyişinde bacaklarıma bakıyor. Yüzümü asıp eteğimi çekiştiriyorum. Lokantanın kapısında yalanan, yalvaran gözlerle bekleyen köpeklere, kedilere dönüyorum.

Elli sayfa okumuşum. Bu yazarı oldum olası severim, kibirli değil, habire boy boy fotoğraf verip reklâmını yapıp durmuyor. Bir kitap çıkaran dünyayı ben yarattım zannediyor ya. ‘Artist misin kardeşim sen’ demezler mi adama? Hele bir de etrafında -o dergi benim bu televizyon senin- öve öve bitiremeyen saz ekibi var ki akıllara ziyan. Padişaha methiye düzüyorlar. Söyleşilerdeki soru-cevaplar da klişe: “Ay hangi ortamda yazıyorsunuz” da, “yazma ritüelleriniz var mı” da, “okura önereceğiniz başucu kitaplarınız neler” de; de oğlu de… Karşıdaki de havaya giriyor: “Yazarlığa çocuk yaşta başladım” da, “mum ışığında yazarım” da falan da fişman da. Bıktık valla. Ödülleri de birbirine veriyor bunlar; al gülüm ver gülüm. Rahmetli dedem olsaydı, “Oh ne âlâ memleket” derdi. O hesap, oh ne âlâ edebiyat. Neyse nereden aklıma geldi bütün bunlar, ne alâka şimdi? Başımı şişirdim. Aman ne yaparlarsa yapsınlar.

Şu gözü oyulasıca da hâlâ bana bakıyor. Bir eli cebinde bir ayağı önde bir kaşı yukarıda hafifçe gülümseyerek tüm bedeniyle pozisyon almış Klark çekiyor bana dümbük. Saat ne çabuk beş olmuş ayol. “Bunun gideceği yok, durağa yürüsem iyi olacak.” Ayağa kalkacağım esnada sigarasını yakıp bana doğru yarım daire çizerek gelmez mi?

– Merhaba, konuşabilir miyiz?

– Hayır.

– Lütfen izin verin.

– Saatlerdir bakıp durdunuz, fazla olmaya başladınız.

– Yanlış anlamışsınız. Çağlar ben, adınızı söylerseniz hitap edebilirim.

– Size ne?

– Biraz oturalım mı şu pastanede?

– Israr etmeyin.

– Gidelim, birer kahve içelim. Hadi ama kırmayın beni.

– Hayır.

– Ne çok kitap almışsınız böyle, dikkatimi çekti. Hangi yazarları okuduğunuzu merak ettim.

– Size ne beyefendi? Defolup gitmezseniz, polisi arayacağım.

– Bakın, ben üniversitede öğretim görevlisiyim. Kitaplar hakkında konuşmak, şey, sadece… arkadaş olmak… istemişt…

– Ben istemiyorum ayrıca ilk defa gördüğünüz birine bu teklifi yapma cesaretini nereden buluyorsunuz? Uzayın şimdi.

– İnanın kötü bir niyetim yok. İki ay önce annemi kaybettim trafik kazasında. Ruhsal açıdan zor günler geçiriyorum. İnsan insanın gamını alırmış derler. Kitaplardan konuşursak belki… Hem, hem biliyor musunuz anneme o kadar benziyorsunuz ki… Burnunuz, yeşil gözleriniz, dudaklarınız… Zaten ne demişler: “Kaş ile göz, gerisi söz.”

– Yapabileceğim bir şey yok. Hastaysanız psikiyatriste gidin.

– Evet haklısınız da… işte… fırsat bulamadım. Yüzümdeki izi de merak etmiş olabilirsiniz, sonra anlatırım. Numaranızı alabilirs…

– Numarasız telefon kullanıyorum. Gitmem gerek.

Saat beşi geçerken çantalarımı alıp koşar adım Güvenpark’a yürüdüm söylenerek: “Dört yüz dört gibi yapıştı ama laf aramızda hem kibar hem yakışıklı kerata.” Kuyruğa girdim. En az elli kişi var. On dört kişilik dolmuşa yirmi sekiz kişi bineriz yine balık istifi. Kimin eli kimin şeyinde olur artık kim bilir? Of, çantalar da elimi acıttı. Yere koyduktan sonra başımı kaldırdım ki yine o. Ne ara geldi buraya? İzlemiş demek ki. Allah Allah.

– Adınızı söylemediniz hâlâ ama arabamla bırakayım sizi.

– Teşekkür ederim, dolmuş gelmek üzere.

Üsteleyince bir an boş bulunarak, “Binsem de evime erkenden varsam mı acaba” diye düşünüp ani bir cevap verdim:

– Zahmet olacak size.”

–  Rica ederim ama on dakika kadar yürümemiz gerekiyor.”

Otoparka ulaştığımızda “Burada bekleyin” diyerek gitti, ön camı çatlamış, plâkası kırık, Doğan görünümlü Şahin’le geldi. Torbaları arka koltuğa koyup kol çantamı yanıma aldım, şaşkın bakışlarımı gizleyemeden öne oturdum.

– Biliyorum, eski meski olsa da idare ediyor, baba yadigârı. Ayağımızı yerden kesiyor.  Evet, ne taraftaydı eviniz?

– Dikmen Caddesi’nde, Polisevi’ne yakın.

– Müzik dinlemeyi sever misiniz? Kaset koyabilirim.

– Hayır.

“Tık” sesini duyunca sordum:

– Bu neydi?

– Kapılar. O kazadan sonra araba düzen tutmadı. Otomatik kilit yaptırdım, bir tuşla dördü aynı anda açılıp kapanabiliyor. Tek kusuru emniyet kemeri yok. Önemli değil bunlar, gezdireyim ister misiniz?

– Bir an önce evime gideyim.

– Gölbaşı’ndaki ormanı görmüş müydünüz? Bu saatlerde sakin oluyor orası.

Cevap verecektim ki, “Bu kez dinlemeyeceğim sizi güzel hanım” deyip gaza bastı, Konya Yolu’na girdi. Çantama sıkıca tutundum.

– Tedirgin olmayın, yemem sizi, dönüşte evinize bırakacağım, kitaplardan konuşacağız o kadar.

Haymana yol sapağından içeri girdiğimizde hava kararıyordu.

– Bakın, ağaçların ardındaki göleti görebiliyor musunuz?

– Evet.

– Hadi şurada inip hava alalım.

– Kapı açılmıyor.

– Ah pardon, unutmuşum, hah şimdi oldu, buyrun.

Şuradaki çimenlere oturalım, yüzümdeki izin hikâyesini anlatayım. ……. Annemleydik. Karşıdaki yıllanmış ağaçların olduğu yolda bir arabayla kafa kafaya çarpıştık. Benim hatamdı. Yüzümün sağ tarafı parçalanmıştı. Annemi de iki parça halinde sıkıştığı yerden saatler sonra çıkardılar. İşte böyle…

Tedirginliğim artıyordu ama belli etmemeye çalışıyordum. Durmaksızın konuşuyor, arada bir ayağa kalkıyor, etrafımda dolaşıyordu. Aniden cebinden çıkardığı teli boğazıma doladı. Güçlükle nefes alıyordum. Her söylediğine “Tamam” diyor, yalvarıyordum. “Boğuluyorum” diyerek bir ara elinden kurtuldum, kol çantamı alıp koşmaya başladım. Arabayı çalıştırıp peşimden bağırıyordu: “Tamam tamam, gelin, evinize götüreceğim.” Yetişip arabaya bindirdi beni zorla. Kendini kontrol edemiyordu. Tanıştığım andaki genç değil bir psikopattı. “Tık” sesi duymamıştım bu kez. Hava iyice kararmıştı. Uzakta, önünde yüksekçe bir bayrak direği olan, lambası yanan bir bina gördüm; devlet dairesi olmalıydı. Arabanın yavaşlamasını fırsat bilerek kapıyı açıp kendimi attım. Dizlerimin üstüne kapaklanmıştım. Işıkları görünce bastı gitti ama her an dönüp önüme çıkacağından endişe ediyordum. “Yardım edin” diyerek koşmaya başladım, “yardım edin.” İn cin yoktu ortalıkta.

Biraz ilerledikten sonra, ellerinde fotoğraf makinesi, tripod, üstlerinde kamuflaj elbiseler, ayaklarında çizme olan iki gençle karşılaştım. Aynı anda benzer kelimelerle sordular:

–  Ne oldu size böyle? Eliniz yüzünüz kan içinde. Eteğiniz yırtılmış.

– Saldırdı bana. Of, dizim ağrıyor.

– Hadi gelin, vakit kaybetmeden arabayla karakola götürelim sizi. Çantanızı verin bana. Biz de dikkuyruk fotoğrafları çekmeye çalışıyorduk gizlenerek; sonra devam ederiz. Hadi gelin, kolumuzdan tutunun, hadi hadi…

***

Nöbetçi polis karşıladı bizi. Kimlik kartımı aldı. Komiserin telefon görüşmesinin bitmesini beklerken gençler ayrılmaları gerektiğini söylediler.

İçeri girdik, memur bey bilgi verdi:

– Bir vukuat olmuş efendim.

“Nerede, nasıl?” derken amirin gözleri, kan içindeki bacaklarıma kondu sonra da göğüs çatalıma. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Elini telefon ahizesinden çekti, diğer eliyle birleştirip bedenini hafifçe masaya doğru eğerek sordu:

– Tanıyor muydunuz şahsı?

– Hayır, bugün tanışmıştım.

Üstüme başıma manidar bir bakış daha atıp tepeden tırnağa süzerek devam etti:

– İlk kez gördüğünüz bir adamla bu saatte ne işiniz var ıssız gölet civarında? Ucuz atlatmışsınız yine. Şu suyu için. Betiniz benziniz atmış.

– Evime bırakacaktı beni. Annesini kaybettiğini, zor durumda olduğunu söyledi. Önce kibar davranıyordu, sonra değişti. Hız yapıp direksiyonu bilmediğim yollara kırdı.

– Plâkayı biliyor musunuz?

– Hayır. Kitaplarım da arabada kaldı. Evime gitmek istiyorum ben.

– Kitap mitap önemli değil, anahtarınız, telefonunuz yanınızdaysa tamamdır. Pansumanınız yapılsın, arkadaşlarımız resmi araçla sizi evinize bırakacak. Şimdi ifadenizi alalım. Adamı tarif edin bize.

– Otuzlarında, 1,80 boylarında, zayıf, iri gözlü, siyah saçları sağa ayrılı, lacivert takım elbiseliydi. Bir de…

Amir sözümü kesti, yanında dikilen memura dönüp,

– Geçen hafta boğazına tel geçirilerek tecavüz edildikten sonra öldürülüp gölete atılan liseli genç kız olayındaki failin eşkaline benziyor. Gerçi onun yüzünde sağ gözünün altından çenesine kadar inen bir dikiş izi olduğunu söylemişlerdi değil mi? … Kime diyorum?… Sadık?… Duydun mu beni?… Alo?” dedi.

– Evet amirim ama bayan bayıldı. Yüzüne bir tokat mı atsak? Belki ayılır efendim değil mi? Sevilay Hanım, Sevilay Hanım, Sev…

edebiyathaber.net (26 Ekim 2021)

Paylaş:

Yorum yapın