Can Hakman: “Bir şiirin nasıl yazılmaması gerektiğini meşhur deli Necati’den öğrendim.”

Haziran 24, 2021

Can Hakman: “Bir şiirin nasıl yazılmaması gerektiğini meşhur deli Necati’den öğrendim.”

Söyleşi: Arzu Altınçiçek

2021 Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir Ödülleri’nin bu yılki sahibi Can Hakman ile kitaplaştırılan dosyası Miskin Peri’yi ve şiir anlayışını konuştuk.

Kitabınızın ilk sayfasında hakkınızda yazılan “Şiir kamusundan uzak bir hayat sürmektedir” cümlesinden sonra, çoğu okur gibi aklıma gelen soru şu oldu:  Şiir, hayatınıza neden ve nasıl girdi?

Pandemi sürecinin başlarında evden çıkamıyorduk, boş zamanım vardı. Şiirle yakın temasım hiç olmamıştı. Depresif bir dönemdeydim. Farklı bir şeyler yapmak istedim. Şiir bende hep biraz eksik kalmıştı.  İnsanın bir konuyla ilgili tecrübesi olmayınca o konuyla ilgili daha azimli oluyor genelde.  Bilmek gerçekten de iyi bir şey değil ve kuşların en çok kafeslerinde öttüklerine dair bilimsel çalışmalar mevcut.

Şiir kamusundan bu kadar uzak dururken, şiir dosyası hazırlayıp neden bir yarışmaya katılmayı ve özellikle Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’ni tercih ettiniz? Dosya hazırlama ve katılım sürecinizden biraz bahseder misiniz?

Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’ne katılmak istememin en büyük sebebi koşullarda katılanların isimlerinin ayrı bir zarfta gönderilmesinin istenmesiydi. Şiir yazmaya başladıktan sonra etrafımda şiirlerimi okutabileceğim biri olmadığı için ne yaptığımı ben de bilmiyordum. İnsan kendi yazdıklarının esiri oluyor ve muhteşem işler çıkardığını zannediyor.  Önce bir teması olan bazı küçük şiir organizasyonlarına yolladım şiirlerimi. Ama hiçbir geri dönüş olmadı. Dereceye giren isimlerin şiirlerini okuduğumda da bana bir şey ifade etmedi. Önceleri bu durumun kendi şiirlerimle alakalı olduğunu düşünmüştüm.  Bu işlere yeni başlayan biri olarak dışarıdan bir gözle şiirlerime bakmaya aynı şiirle günler geçirmeye başladım. Sonradan sorunun bende olmadığını fark ettim.

Peki sorun kimdeydi?

Türkiye’deki çoğu şiir organizasyonuna yaş dolayısıyla katılamıyorsunuz. 25 veya 30 yaş üstüyseniz sizden şair olamayacağını düşünenler var Türkiye’de.  Beşer onar çıktısını alıp yolladığınız şiirler geri gelmiyor. Geri yollamayacaklarını da katılım koşullarında peşinen belirtiyorlar.  Dereceye giren dosyaların gerekçesi de genellikle yok veya tatmin edici değil. Üstelik jüri üyelerinin çoğu hemen hemen aynı isimlerden oluşuyor ve biraz kurcaladığınızda ismi geçen insanların en az bir jüri üyesiyle eskiden arkadaş olduğunu veya bu isimlere yakın bir dergide şiirlerinin yayınlandığını görüyorsunuz.  Edebiyatımızın yine de bu lonca sistemine teşekkür ederim, onların sayesinde fark etmeden yazdıklarımı kendim için en güzel hale getirip rahata erdim.

Şiirlerinizde mitoloji, mistizm, ilkçağ tarihleri, kutsal kitaplar var.  Sizce bu saydıklarımızdan hangisinin disiplini sizin çalışmanızda ağırlık kazanıyor?

Saydığınız disiplinler ile ilgili ortalama bir insan kadar bilgi sahibiyim. Özel ilgi alanıma girmiyor hiçbiri.  Ama örnek veriyorum “Aztek kültürü ile ilgili bayağı bilgi sahibisin sanırım… ” gibi özellikle spesifik bir soru geldiğinde soran kişiyi mutlu etmek için kendisini onaylıyorum. Derin derin iç çekiyorum ve uzaklara bakarak “Evet…”  diyorum. Bazen yanlış yönlendirdiğim de oluyor, soran kişinin başka bir konuda araştırma yapmasını sağlamak için. Ayrıca kimsenin kitabını okuduğu kişiyi cahil sanmasını istemem, herkes mutlu olsun.

Peki özel ilgi alanınıza giren hiç sanat dalı yok mu?

Müzikle ilgiliyim.  Kendimce gitar çalıyorum.  Müzik bir ara bölge yaratıyor hayatımda.  Ama Miskin Peri’de müzik temalı bir şiir olduğunu sanmıyorum. Miskin Peri hayvanlarla, kendimle, geçmişteki hatalarımla, insanların unuttukları veya umurlarında olmayan bazı isimlerle, akrabalarımla ve şehirlerle ilgili.  Örneğin Ankara’da ve İzmir’de yaşayan yaşlı bir insan en az iki şiirimi çok iyi anlayacaktır.

Daha önce Ankara’da veya İzmir’de yaşadınız mı?

Ankara doğumluyum ama üç dört kere gitmişimdir. İzmir’e de zamanında kız arkadaşımın yanına gitmiştim iki kere. Ama iki şehrin de tarihini çok iyi bilirim. Belirttiğim gibi kimsenin ilgilenmediği konularla ilgili yazmak bana daha cazip geliyor. Sanat bir şeyi ortaya çıkartmak değil midir?

Peki neden Türkiye’den şehirler? Yurtdışına çıkmadınız mı hiç?

Brecht, “Önce kendi mahalleni anlat” dediği için bilmediğim sularda yüzmektense bunu kendime daha münasip gördüm.

Bilmediği sularda yüzerek nitelikli işler yapan sanatın her dalından nitelikli sanatçılarımız da var ama Türkiye’de…

Size katılıyorum vardır ama ben sanatçı veya şair değilim.  Türkiye’de caz yapan insanlar beni güldürüyor mesela. Veya Mozart, Beethoven çalan virtüöz piyanistlerimiz. Türkiye dışında bir yerde kalıcı olabileceklerini düşünmüyorum. Bu durum yabancı sanatçılar için de geçerli.  İngiliz müzik grubu 3 Mustaphas 3’ü buna örnek verebilirim mesela.

Peki siz evrensel olabileceğinize inanıyor musunuz?

Pek düşünmüyorum. Çünkü yazarken kullandığım dil evrensel durmuyor. Bize özgü sadece bizim anlayabileceğimiz bir durum var ortada.  Çeviri şiirler de şüphelendiriyor beni.  Evrensel bir şiir anlayışıyla yola çıkanların da samimi olduklarına ve bir Nazım Hikmet değillerse başarılı olacaklarına inanmıyorum.

Şiirinizde çok fazla kapalı göndermeler olduğu bunun da şiirinizi çoğu yerde satranç gibi anlaşılmaz kıldığı belirtiliyor.  Buna katılıyor musunuz, bu doku bilinçli bir tercih miydi?

Şiirlerimin kapalı olduğunu düşünmüyorum.  Kapalı şiir kavramına karşıyım.  Bu yola çıkarken dengeyi gözeten bir anlayış benimsemeye çalıştım.  Çünkü kapalı metinleri okurken sıkıntılar geçiren biriyim.  Kelime labirentlerini şiir sanan çok insan var Türkiye’de.  Şiirin bence özünde bir bulanıklık vardır, bunu kabul ediyorum, ama bu muğlak durum Türkiye’de özellikle son dönemde çok yanlış anlaşılmış.  Bu akımı kim başlattı bilmiyorum daha doğrusu biliyorum da söylememe gerek yok.

Orhan Veli’nin isteği gibi edebiyat tarihçisi mi bulsun?

Araştırmak isteyen olursa edebiyat tarihçisine gerek kalmayacağını düşünüyorum.

Kilise ve Hafıza Afffet başta olmak üzere şiirlerinizin hemen hemen hepsinde bir armoni,  küçük kelime oyunları var. Kendi şiirinizi nasıl tanımlarsınız?

Uzun şiirlerimi içimden sesli okurum, kendimce belirlediğim bir ritmim var.  Türkçeyi seviyorum, türetmeme gerek kalmayacak bir yapısı ve zenginliği var dilimizin.  Ben uzun yıllardır John Zorn dinliyorum.  Dinlediğim müziği, baktığım resmi bile anlamıyorum. Kim en güzel anlıyor ki?  Nereden duydum nasıl okudum hatırlamıyorum ama 1 kitabın 1000 baskısı varsa 1000 farklı okuru olduğundan bahsedilir. Kendi adıma kendi şiirimi tanımlamakta zorluk çekiyorum.

Okuyucuyu da bu zorluğa davet mi ediyorsunuz?

Ben bir insanın bir ürüne yatırım yaptığında o ürünü sorgulamasını isterim.  Basit kelimelerle kurulmuş aşk şiirleri yazıp kimseyi kandırmak istemem.  O yüzden kitabı yarıda bırakanlar olursa hepsini anlarım, okuduktan sonra geri dönüp düşünenleri ve deşifre etmek isteyenleri de anladığım gibi.  Üstelik korkmasınlar diye dosyamın adını da Miskin Peri koymuştum.  Düşündükleri kavramla alakalarını olmadığını okuyunca anlayacaklar. Arka kapak şiirini de nispeten daha kolay bir şiirimden seçip ürkütmemeye çalıştım. Ben hümanist bir insanım.

Şiirlerinizi Nilgün Marmara, Ece Ayhan, Atilla İlhan’a benzetenler var…

Gurur duyarım fakat Atilla İlhan’ın şiir dünyasına açıkçası çok hakim değilim. Bu benim eşekliğim olabilir.  Yine de kendi sorunlarını Avrupalı yazarlarda arayan aydınlarımızın Kurtlar Sofrası’nı keşfetmelerini isterdim.

Bildiğimiz birkaç şair de kitaplarının isminde “Peri” kullandı.  Okuyanlar anlamışlardır ama okumayanlar için, Miskin Peri bu dosyanın ismine nasıl kondu?

Hangi şairlerin kitaplarının isminde bu kelime geçiyor inanın bilmiyorum.

İlk aklıma gelen Enis Batur’un Perişey’i mesela…

Aslında sorunun cevabını kitapta kendimce verdim.  Okuyanın iki kelimenin de kökenini araştırması gerekiyor sizin de belirttiğiniz gibi. Kapak görseli de aynı düşünceyle tasarlandı.  Walter Benjamin’in, “Bir sözcüğe ne denli yakın bakarsanız, o da size öylesine uzaktan bakar.”  lafını çok severim.  “Peri” denildiğinde ise konu şiirse aklıma Melih Cevdet Anday’ın “üç perili kilit” tamlamasından başka bir şey gelmiyor.  Kendisi aynı zamanda devamlı şiir yazma eylemi ile ilgili insanlara şair denilebileceğinden bahsetmişti eski bir röportajında. Bence çok haklıydı, ben devamlı bu işle uğraşmadığım için şair değilim. Bu durum biraz Kiarostami’nin “Film çekmediğiniz zamanlarda yönetmen değilsiniz”  lafına benziyor.

“Bir kederli gölge kaldı Tepebaşı Yağhane’de. / Gülbenzi soluk türkülerin silüeti’ Bu dizelerle biten Aytunca şiiriniz diğerlerinden çok farklı. Anlaşılma kaygısı taşımıyormuş gibi görünen şiirlerinize göre,  duygusu ve netliği çok hassas işlenmiş. 1976’da tütün ve kan kokularıyla dolu garsoniyerden gelerek bugün şiirinizde yer alan Mesut Aytunca’nın hayatınızdaki anlamı nedir?

Aytunca’nın yapısındaki fark insanların rahat anlayabilmesiyle ilgili olan kaygımdan ileri geliyor. O yüzden bu şiirde yinelemeler vardır ve yapı olarak diğerlerinden farklıdır.  İlgimi her zaman kimsenin umurunda olmayan, kimsenin ilgilenmediği, popüler olmayan nitelikli isimler çekmiştir.  Mesut Aytunca’nın hayatımda özel bir yeri yok.  Zamanının ilerisinde işler yapan biriydi.  Hayatını ve ölümünü ayrıntılı inceleyip iz sürenler şiirde anlayamadıkları yerleri kolaylıkla çözümleyebilir.

İnternette yer alan bazı dizelerinizin kitabı okuyunca yanlış yazıldığını gördüm…

Çok üzülüyorum, benim de gözüme çarptı ama yapacak bir şey yok. Her tarafa yetişmeye çalışamam. İlginç olan da yanlış yazıldığını düşünüp kelimeleri kendilerince değiştirirken en ufak bir şüphe duymamaları…

Peki Sennur Sezer’in şiirleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir ?

Yıkanan kapı önlerinden, bir kadının mavide salınan ayaklarına, mutlu uçurtmalarımız çocuklardan,  yorgun çingene açlıklarına, ensedeki kartoplarından, kıraç alınlardaki tere kadar tırnak içerisinde gerçek kavramına uzanmış şairler yaşar ve hiç unutulmaz. Bu yüzden Sennur Sezer ölümsüzdür.

3 eski, 3 yeni şair desek, hangi isimleri ve nedeniyle bizimle paylaşır mısınız?

Şimdi isim verirsem öneride bulunmuş gibi olacağım okuyuculara. Okuyanlar da kendi yolculuklarına öneriyle başlamış olacak. Herkesin kendi yolunu kendisinin bulmasını isterim. Yine de küçükken okuduğum ilk dizelerin Sakaryalı bir şair olan Necati olduğunu söyleyebilirim.  Soyadını hatırlayamadım.  Kendisi meşhur bir deliydi.  Kamu emeklisi bir deli.  Kızıyla da aynı lisedeydik. O garip dörtlükleriyle bir de kitap çıkarmıştı. Bir şiirin nasıl yazılmayacağını ondan öğrendim. Ben de Sakaryalıyım, adresi bende mevcut, yakın bir zamanda ulaşıp kitabımı hediye edeceğim kendisine.  İkinci olarak King Crimson’un söz yazarı Peter Sinfield var. 2005 yılında kendisi progresif rock kahramanı seçilmişti Q Dergisi tarafından. Şiirlerimin düzeneği de progresif kabul edilebilir.

Bu ödülle artık şiir dünyamızda sizin de adınız var. Sonrasında şiir yazmayı ve yazdıklarınızı bir şekilde paylaşmayı düşünüyor musunuz?

Kim istemez ki? Yazdıklarımı paylaşmayı düşünmüyorum, harıl harıl yazmak ve yazdıklarımı bir toprağın altına saklamak istiyorum. Yüzyıllar sonra bulup üstünde konuşulmasını daha çok isterim bana bir faydası olmasa da. Belki de biraz önce bahsettiğiniz evrenselliğe bu şekilde ulaşırım. Şaka bir yana yakın dönem planlarım arasında şiire yer yok gibi duruyor. Bir film senaryosuyla uğraşıyorum. Ama gelecek belirsizdir, o yüzden net cevap veremiyorum.

edebiyathaber.net (24 Haziran 2021)

Paylaş:

Yorum yapın