Öykü: Bir ihtimal | Ecehan Biçen

Kasım 3, 2020

Öykü: Bir ihtimal | Ecehan Biçen

Kanarya ölmüş.

Falcı değilim. Melek Hanım kafesin içindeki cesedi görünce ne yapacak, bilemem. Belki hiç aldırmaz, eksikliğe rağmen gündelik hayatını aynen sürdürür. Kollarını göğsünün altında kavuşturup üst kattaki komşuların gürültüsünü dinler. Servis bekleyen oğluna rahat vermeyen anneyi, sokaktan geçen arabaların sesini, hatta su borularındaki hareketi. Tahmin ediyorum, saatin guguğu yuvasından çıkıp öttükçe içini çekecektir çünkü hep böyle yapıyor. Bugün laciverti solmuş kadife koltuğuna daha fazla gömülebilir. İki üç saat öylece oturur, pencere parmaklıklarının duvara vuran gölgesine bakar, sonra televizyonu açar, izdivaç programlarını izler. Ardından gündüz gösterilen dizi tekrarlarını ve nihayet ana haber bültenini. Spiker, kadın cinayetlerinden bahsederken kafasını iki yana sallayıp cık cık cıklar.

“Eskiden görüyor muyduk hiç böyle cinayetler? Hep serbestlikten oluyor. Çivisi çıktı dünyanın, çivisi.”

Ama kanallar fazla gürültülü. Renkler caf caflı, olaylar karma karışık. Çok geçmeden başı şişer. “Aman, kafam götürmüyor” deyip kumandanın kırmızı düğmesine basar. O zaman evin sessizliği her zamankinden fazla duyulur hale gelir.

Belki canı değişiklik yapmak ister, “Ölenle ölünmez ya, şöyle bir dışarı çıkıp hava alayım” der, eşarbını bağlayıp kahverengi paltosunu üzerine geçirir, kendini sokağa atar. Gidip gideceği yer en fazla beş yüz metre ötedeki mahalle parkı. Boş bulduğu banka oturur, etrafı izler. Havada ekim serinliği, gökyüzü gri, sağda solda kuru yaprak yığınları. İçini çeker, çenesini bastonuna yaslar. Gözleri aşağıya bakar. Herhalde geçmişi düşünür. Üstüne kafa yoracak bir geleceği kalmadığına göre. O dalıp gitmişken okulun paydos zili çalar, çocuklar doluşur. Anlamsızca birbirlerini kovalar, salıncak kapmak için didişirler. Kafasını kaldırıp onları izler bir süre. Hepsinin yanakları kıpkırmızıdır. Üstleri başları çamur içinde, önlükleri derbeder. Karşı tarafa liseli bir çift oturur. El ele, diz dize. Cık cık cıklar. “Zamane gençleri…” diye onaylar biri. İrkilir. Banka kimsenin oturduğunu fark etmemiştir. Dönüp bakar. Kendisi gibi yaşlı ve zararsız bir kadın. Rahatlar.

“Öyle öyle. Aileleri de okumaya gönderiyoruz sanıyor.”

Laf lafı açar, sürüyle ortak tanıdık çıkar. İkisi de yabancıların istilasına uğramış şehir göbeğinde yerli birini bulmaktan hoşnut, kaynaşır, havanın serinliğini unutur, hatta ertesi gün kahve içmek üzere sözleşirler. Eve döndüğünde artık kafasının içinde konuşacak başka mevzusu vardır. Yeni arkadaşına anlatacaklarını tasarlarken sessizliğin farkına bile varmaz.

Belki de bunlara hiç gerek kalmaz. Bir yerden alan Allah’ın başka yerden vereceği tutar ve aklına asla gelmeyecek bir şey olur: Kapısı çalınır.

Zilin sesi kanarya şakıması. O bunu unutmuştur. Salonun içinde ötmeye başlayınca irkilir. Kafesin içinde, pençelerini havaya dikmiş, gagası açık, gözleri pörtlek, sırtüstü yatan merhum dile gelsin, olacak şey mi! Hemen aklına gelen ilk duayı okur. Kuru dudakları ufak ufak kıpırdarken kapı ikinciye, üçüncüye çalınır. Ancak o zaman kafasına dank eder, “Hayırdır inşallah, bayram değil, seyran değil” der ve iki elini koltuğa koyar, onlardan güç alarak kalkar, ayaklarını sürüyerek antreye gider. Parmaklarının kapı koluna değmesiyle içine kurt düşer. Kimdir bu gelen? Hırsız olmasın? Gözü dönmüş bir katil? Gazetede neler okuyor neler! Yaşlı kadınları kandırıp evlerine giriyor, boğazlarını kesiyorlarmış. Hem de iki üç altın bilezik için. Aman aman, Allah korusun.

Açmaktan vazgeçer. Koltuğuna dönecektir ama zil susmaz. Evin içini cıvıl cıvıl gürültü doldurur. Güya kafası şiştiği için, aslında meraktan, gözden bakar. Karanlıktır, kimseyi göremez. Aklına inler cinler geldiği için hemen Felak Nas okur. Duanın koruyuculuğu sayesinde rahatlar, içine bir umut doğar. Ya Hızır’sa? Kul sıkışmadan yetişmezmiş. Onun durumu sıkışık sayılır mı? Hali vakti yerinde çok şükür ama insan konuşmaya can arıyor. Evin içinde farklı bir ses, bir nefes. Oturup iki çift laf etseler fena mı olur?

Kapıyı azıcık aralar, nur falan göremez. Demek Hızır gelmemiştir ama karanlıkta kan bürümüşe benzemeyen bir çift göz parlıyordur. Cesaretlenip kapıyı biraz daha açar. O arada üst katlardan otomata basılır, bakar ki karşısında fötr şapkasıyla kendi yaşlarında bir adam. Adresi karıştırmış olması kuvvetle muhtemel. Alzheimer başlangıcı vardır, evinin yolunu şaşırmaya başlamıştır veya kendini işe yarar hissetmek için sokak sokak dolaşıp lösemili çocuklara yardım topluyordur. Ama belki de bu kapıyı özellikle çalmıştır. Öyleyse Melek Hanım ilk görüşte anlamasa da yüzüne baktıkça gözlerini kısar, boynuna asılı gözlüğü takıp daha dikkatli inceler, giderek yükselen “Aaaa!” ünlemleriyle davetsiz misafirini tanıdığını belli eder.

“Necdet?!”

Kimdir bu Necdet? Yıllar önce ortadan kaybolan küçük kardeşi mi, ortaokulda sıra arkadaşı mı? En güzel ihtimali ele alalım. Gençlik aşkıdır. Onunla bazen köşe başlarında konuşmuştur. Ne zaman ıslık çalarak evin önünden geçse avuç içleri terlemiştir, fallarda hep onun adını aramıştır ama beraber kaçmaya cesaret edememiştir. Adam da köprünün altından akan sulara rağmen o utangaç, başı hep önde gezen, hiçbir şeye itiraz etmeyen kızı unutmamıştır. Artık reddedilmenin acısı da silindiğinden inadını kenara bırakmış, etrafa sorup soruşturmuş, konağın yıkılıp yerine apartman dikildiğini, Melek Hanım’ın da zemin katta yaşadığını öğrenmiş ve ahir ömründe soluğu bu kapıda almıştır.

Melek Hanım şaşkınlığını biraz toparlayınca adamı içeri davet eder, salona geçtiklerinde ilk iş perdeleri çeker. Herkesin televizyona, bilgisayara, telefona baktığı bu çağda; saçlarının kefen beyazına döndüğü bu yaşta bile komşuların kendisini izlediği hissinden kurtulamamıştır. Necdet Bey onun hassasiyetini fark edip gülümser. “İlahi meleğim” der, elli yıl önceki gibi, “hiç değişmemişsin.”

Kahveyi içerken ikisinin de dili tutulur, konuşacak şey bulamazlar. Necdet Bey fincanı dudaklarına götürdüğünde höpürdetiyor, ardından ağzını şaplatıyordur. Bunlar Melek Hanım’ı iğrendirmez, aksine kırmızı bir battaniye gibi ısıtır. Hatta adamın aksırmasını tıksırmasını, etrafta homurdanarak dolaşmasını dinlemek ister. Gözlerini kapayıp evli olduklarını hayal eder. Yıllarca dip dibe yaşamaktan bıkmışlardır. Günler “Çorapları çıkardığın yerde bırakmışsın, her seferinde farklı bardaktan su içmek zorunda mısın, kadın başıma yöneticiyle ben mi konuşayım” gibi tartışmalarla geçiyor; o hır gür arasında saatin tik takları, komşuların çektiği sifon kaynayıp gidiyordur.

Melek Hanım’ın hayal gücü oldukça kıt. Bunlardan ötesini kafasında canlandıramaz. Necdet Bey muhtemelen ondan romantiktir. En azından daha görmüş geçirmiş olduğu kesin. Hayatı boyunca pek çok insan tanımış, başından aile dayatması bir evlilik geçmiş, çareyi pavyonlara dadanmakta bulmuş. Özünde kibar adam. Sayısız konsomatrisle oturmuş, hepsinin hikâyesini can kulağıyla dinlemiş. O yüzden kadın ruhundan, sohbet açmaktan anlar. Dolayısıyla bu çekingen sessizliği bozmak ona düşecektir. Belki konuşmaya kahve için teşekkür ederek başlar. Belki de eski günlerden, içinde kalanlardan söz açar. Bu ihtimal üzerinden gidelim. Aşağı yukarı şöyle cümleler kuracaktır:

“Meleğim, o kadar mutluyum ki. Kaderde senin elinden kahve içmek de varmış. Zamanında bunu az hayal etmemiştim. Sen evimin hanımı olacaktın, akşamları baş başa kahve içecek, hoş beş edecektik. Çifte kumrular gibi. Boy boy yavrularımız olacaktı. Aşkımızın meyveleri. El ele verip onları büyütecek, mürüvvetlerini görecektik. Şimdi bu ev torunlarımızla dolup taşardı. Haftada bir akşam bize gelirlerdi, cümbür cemaat yemek yerdik. Hem de bol kahkahalı sohbetler eşliğinde.”

Sözünü yarıda keser ve meleğinin yüzüne bakar, tepkisini kestirmeye çalışır. Kadın kendisine Lut’un tuzdan heykele dönmüş karısı gibi bakıyordur. Kirpiklerine tutunan birer damla yaşla. Akmasınlar diye ayva tüylerini bile kıpırdatmayarak. Adamın niyeti kimseyi üzmek değildir, sadece geçmişiyle hesaplaşmak istiyordur. Aklında kalmış soruların cevaplarını bulmak, böylece tüm eski defterleri kapamak. Sözüne Melek Hanım toparlandıktan sonra devam eder.

“Meleğim, diyeceksin ki üstünden neredeyse tüm bir ömür geçmiş, şimdi bunları konuşmanın âlemi ne! Haklısın ama bu yaşımda hâlâ merak ettiğim, aklımı kurcalayan şeyler var. Merakımın sebebini sonra açıklarım, affına sığınarak soracağım. Hadi ailene karşı gelip benimle kaçacak cesaretin yoktu, başkasıyla niye evlenmedin?”

Bu soru kendisine defalarca sorulmuştu. Her seferinde alınan cevap aynı. Kısılmış gözler, bıçak sırtı kadar incelmiş dudaklar ve kimsenin üstüne tek kelime edemeyeceği bir suskunluk. Necdet Bey bundan fazlasını beklememeli. Meleğinin dilini ancak hâlâ sevildiğini bilmek çözebilir. Üstüne biraz da umut. Hayatının son birkaç yılında aşka kavuşma ihtimali. Teselli ikramiyesi niyetine ama hiç yoktan iyidir. Adam kadının bu zaafını anlayamazsa “Yanlış bir şey söyledim herhalde, çok mu laubali davrandım acaba, aradan bunca zaman geçti, pat diye geldim, nasıl böyle bir hadsizlik yaparım, yalnızlıktan kafayı yedim galiba, o izdivaç programlarındaki şaklabanlara döndüm resmen” gibi endişelerle oturduğu yerde kıvranır durur ve pancara dönmüş suratıyla “Hoşça kal” diyemeden evden çıkar gider. Ama sanmıyorum ki Necdet Bey bu kadar düz düşünsün. Kaçın kurasıdır o. Karşısındakinin yüreğinden geçenleri mutlaka okuyacak, nabza göre şerbet verecektir.

“Lütfen meleğim, lütfen susma. Bak, bunca yıl sonra kapına gelmişim. Deli değilim ya, seni unutamadığım için yaptım bunu. Evliyken bile hep aklımdaydın. Bilmezsin, kahrımdan kaç geceyi küfelik bitirdim. Artık ömrümün son demlerindeyim. Şunun şurasında kaç yılım kaldı! İşte ben o yılları seninle yaşamak istiyorum. Az şey midir bu? Zaman azaldıkça değer kazanır. Ben en değerli zamanlarımı sana adayacağım, eğer kabul edersen. O yüzden soruyorum. Neden evlenmedin? İçten içe beni beklediğin için olmasın sakın?”

Melek Hanım’ın bu sözlere ilk tepkisi ne olur, kestiremiyorum. Karşısındakinin şaka yaptığını düşünebilir. Bunayıp hayal görmeye başladığından şüphelenebilir. Belki de Necdet Bey’i dalga geçmekle suçlar. Her koşulda çok geçmeden işin ciddiyetini anlayacaktır. O zaman eminim ki bıçak keskini dudakları titremeye başlar, gözyaşları kırışıklarını aşıp çenesinden süzülür; yıllarca içinde biriktirdiği, birike birike tortuya, giderek taşa ve yontulmaz kayalara dönüşen kinini önündeki set çekilmiş gibi salya sümük, bağıra çağıra, kibarlığına yakışmayacak hakaretler eşliğinde kusuverir.

“Sizi beklemek ha! Sizi beklemek! Hayır, sizi beklemedim ben. Ama düşündüm. Çok düşündüm. Yatağımda dört döndüğüm gecelerde. Aynanın karşısında memelerimi avuçlarken. Evet evet, doğru duydunuz, memelerimi avuçlarken. Ne o şaşırdınız galiba, gözünüzde hep melek gibi bir kızcağızdım, öyle değil mi? Kadınlık arzularım olamazdı. Annem de öyle diyordu. Görücüye geldiklerinde. Kahve yapmama bile izin vermiyordu. ‘Benim kızımın erkeklerle işi yok, evlenmek istemiyor, çok şükür halimiz vaktimiz yerinde, ana kız gül gibi yaşayıp gidiyoruz, koca onun nesine gerek’ diyordu.”

Tahminimce bunu söyledikten sonra üç kere sarsılarak hıçkırır, yumruklarını sıkar.

“Hayır, sizi beklemedim. Kimi beklediğimi bilmiyorum. Gözüm hep penceredeydi. Hayırlı kısmet geçerse diye. Size bir şey diyeyim mi Necdet Bey, bütün kısmetler hayırlıydı. Annem hepsine ‘hayır’ diyordu. Abilerim hepsine ‘hayır’ diyordu. O gelin bozuntuları, o meymenetsiz suratlar…”

Devamını hemen getirebileceğini sanmıyorum. Hıçkıracak, yumruğunu koltuğa vuracak, boğazına sanki bir taşın takıldığını hissedecek, yutkunsa da kurtulmayı başaramayacaktır. Sesi zor zor, kesik kesik çıkar.

“Abilerime güya karılık eden o orospular… Çıbanın başı onlardı zaten. Orospular… Korktular annem başlarına kalacak diye, kim talip çıksa abilerimin aklına kurt soktular. Yok o karısını dövermiş de şu çapkınmış da onun beş parası yokmuş da… Bana soran yok tabii. Kim niye bana sorsun. Meleğim çünkü ben. Tabii ya, meleğim. Boşuna öyle koymamışlar adımı.”

Sesi giderek yükselecektir.

“Melek! Melek! Melek! Fıtratımı baştan çizmişler. Melek! Neye pişmanım biliyor musunuz Necdet Bey, biliyor musunuz ha! Melek olduğuma pişmanım. Düşündükçe tam şurama iğneler batıyor. Sonra soruyorlar bana, neden evlenmedin? Neden evlenseydim Necdet Bey? Ben melek değil miyim, meleklerin kadını erkeği mi olur, arzuları mı olur, doğar mı onlar, doğrulur mu, iradeleri mi vardır! Yok! Yok! Kuran’da bile öyle yazmıyor mu! Verilen emre itaat ederler!”

Bunu söylerken ayağa kalkacak, tüm apartmana duyurmak istercesine bastonunu parkelere vuracaktır. Hızını alınca gözleri kısılacak, dişlerini sıkacak, konuşması tıslamaya dönecektir.

“Hayır Necdet Bey, hayır, sizi beklemedim. Çoktan elimden kayıp gittiğinizin farkındaydım. Ama düşündüm. Çok düşündüm. Çok pişman oldum. Görücülerin ayağı kesilmeye başladığı zamanlarda hatamı anladım. Kaçmalıydım. Annemi, abilerim, onların kör olasıca aile onurlarını hiçe saymalıydım. Pezevenkler! O orospuları kollarında karı diye gezdirirken tüm şehir biliyordu neyin ne olduğunu! Aile onurunu düşünmek bana mı kalmış!”

Nefes nefese kalacaktır. Öfkesi hafifler, boğazındaki taş yumuşar. Sadece mırıltıları duyulur.

“Kaçmalıydım! Kaçmalıydım! Bundan kötü olamazdı ya. Melek olmamalıydım. Melek olmak istemiyorum. Meleğim demeyin bana Necdet Bey, demeyin. Kadınım deyin. Bırakın, şu kocamış halimle de olsa kadın hissedeyim kendimi. Kadınım deyin bana, lütfen kadınım deyin. Kadınım! Kadınım! Meleğim değil, değil…”

Salonda bir süre sadece hıçkırıklar ve “Kadınım ben, kadın, kadın, melek değil, kadın…” sayıklamaları duyulacak; Necdet Bey bu duygu patlaması karşısında ne yapacağını şaşıracaktır çünkü tüm hayatı evde, eli erkek eline değmeden geçmiş bir kadının isyanı konsomatrislerin anason kokulu sızlanmalarına veya rahmetli karısının ağız alışkanlığına dönmüş söylenmelerine benzemez. Gözlerini kaçırmak için önce halının desenlerine bakar, sonra parmaklarına, pencere önüne çöreklenmiş kediye, sokakta top oynayan çocuklara, kalorifer peteğinin üzerindeki mor menekşelere… Nihayet cesaretini toplayıp “meleğim” diyecekken toparlanır, yutkunur, “kadınım” der. Sesi boğuk çıkacaktır ama Melek Hanım’ın hıçkırıklarının kesilmesine yeter. İkisi de kafasını kaldırır, birbirlerine bakakalırlar. İçeride sadece saatin tik takları yankılanır. Çok geçmeden guguk kuşu yuvasından çıkar, onlar “ilk kim konuşacak” diye beklerken zamanın akıp gittiğini hatırlatır.

“Kadınım!”

“Necdet’im!”

Veya tam tersi.

“Necdet’im!”

“Kadınım!”

Suskunluğu kimin bozacağı önemli değil. Her koşulda Necdet Bey yerinden kalkıp dizlerindeki romatizmaya rağmen Melek Hanım’ın önünde diz çökecek, onun ellerini tutacaktır. Kırışık, kahverengi lekeli, kemikleri çıkmış. Yüzük parmağında en ufak iz yok. Onları öper, öper, öper.

“Geç oldu ama güzel oldu mele… Özür dilerim, kadınım! Kadınım!”

Melek Hanım’ın kalbi eşe dosta çeyizlik nakış işlediği, düğünlerde sessizce limonatasını içtiği, bebek mevlütlerinde köşeye büzüştüğü yıllara inat küt küt atar. Etrafında vızıldayan sineği, üst komşunun tıkırtılarını, çekilen sifonları duymaz bile. Gözünün önüne rahmetli gelinleri gelir, kahkaha atar. “Siz çoktan öldünüz, şimdi yaşama sırası bende” diye geçirir içinden. Abilerine bakar. Artık iki büklüm kalmışlardır. Önünde izbandut gibi dikilemezler. Annesinin suratı hâlâ beş karış. “Git, ne halin varsa gör” der, “öldün koca koca diye. Azgın karı, ne olacak! Rezil ettin bizi el aleme.” Bu tepkiyi bekliyordur ama eskisi gibi sinmez, gözlerini kısarak gülümser, tıslayarak konuşur.

“Gideceğim annecim, gideceğim. Kim ne derse desin, bu saatten sonra kendim için yaşayacağım.”

Necdet Bey onun ne söylediğini anlamaz, “Efendim?” der.

“Yok bir şey yok, sen burada bekle Necdet’im, ben hemen geliyorum.”

Kısa ama çabuk adımlarla odasına geçer. Ceviz gardırobun başına. Boy aynasında üstüne başına göz ucuyla bakar, halinden utanır. Yırtık pırtık, rengi solmuş bir entari. Altında en kalınından naylon çoraplar. Yüzü cenaze evindeymiş gibi solgun. Hemen kapağı açar, yaklaşık yirmi yıl önce aldığı döpiyesini askıdan alır, kılıfından çıkarır. Bir mağazanın vitrininde görüp beğenmiş, nerede giyeceğini düşünmeden içeri girip almış, yıllarca sadece evde giymişti. Aynanın karşısına geçip kendine bakıyordu. Lacivert, yakaları hafif simli ceket ve aynı renkten dizin hemen altında biten etek. Banka memuru ya da lise öğretmeni gibi. Erkeğinin yanında başı dik yürüyen şık, zarif ama güçlü bir kadın.

“Eh, ne yapalım, bugüne kısmetmiş.”

Yanakları al al, yüzünde gizlemediği bir gülümseme. Üstündekileri çıkarıp takımı giyer. Çok şükür, yıllar içinde hiç kilo almadı. Çekmeceden daha açık renk bir naylon çorap bulur. Genç kızlara bayram hediyesi diye aldıklarından. Paketinden çıkarır, ayaklarına çarçabuk geçirir. O sırada bacak kıllarına gözü takılır ama aldırmaz.

“Aman canım, adamın gözleri o kadar iyi görmez zaten.”

Komodinin üzerindeki makyaj malzemelerine mutlaka bakacaktır. Hepsinin bozulduğunu, kuruduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğrar ama moralini fazla bozmaz, saçlarını taramaya koyulur. Üçe ayırır, örer, sonra da ensesinde dolayıp topuz yapar. Aynada kendine bakınca ilk fırsatta kuaföre gitmeye karar verir. Parfümeriye gidip hoş kokular, ruj, allık falan da alacaktır. İçindeki eski zaman kızı “Bu yaşta utanmayacak mısın, kokonalar gibi süslenmeye” dese de onu bastırır.

“Aman, ne var canım, eskide kalmış onlar. Artık yaş yetmiş diye iş bitmiyor şekerim.”

Atacağı şuh kahkahaya kendisi de şaşar. Son kez aynaya baktıktan sonra kırışıklarına işveli bir gülümseme yerleştirir. Üç beş kez prova edince kutudan hafif topuklu ayakkabılarını çıkarıp giyer, kupkuru kalçalarını kıvırtarak salona geçer.

Necdet Bey, Melek Hanım’ı böyle görünce ne tepki verir? Şaşıracağını düşünmüyorum. Kadının uzun süre içeride kalmasından üstünü başını değiştirdiğini anlayacaktır. Ağzı laf yapan biri olduğuna göre usulüne uygun birkaç iltifat eder. Ona çok genç gözüktüğünü, gerçek bir hanımefendi olduğunu söyleyecektir. Veya buna benzer şeyler. Sevgilisi iyice havaya girince tekrar önüne diz çöker, elini öper, onun gözlerinin içine uzun uzun bakar ve nihayet baklayı ağzından çıkarır.

“Hanımefendi, merak ve arzu ediyorum, beni geri çevirmezseniz çok bahtiyar olacağım. Acaba benimle evlenir misiniz?”

Melek Hanım’ın teklifi kabul edeceğinden şüphem yok. “Evet, evet, evet” diye adamın boynuna sarılacak, nikah tarihini bekleyemeden parklarda, sokaklarda el ele dolaşacaktır. Evlilik cüzdanını alınca nereye yerleşirler, bilemiyorum. Bu kasvetli, pencereleri parmaklıklı evde yaşayacaklarını sanmam. İkisi de oturdukları evleri satıp yine merkezi yerde ama daha geniş bir daire satın alabilirler. Şöyle salonu aydınlık, yeni mobilyalarla döşenmiş, şehir manzaralı. Belki bir sahil kasabasına yerleşmeye karar verirler. Böylece Melek Hanım da yıllar sonra deniz görmüş olur, iyot kokusuyla cildine güzellik gelir. Gündüzleri martılara ekmek atar, akşamları beraber yürüyüşe çıkarlar. Belki de Necdet Bey gizli zengindir. Nemrut eski hanımıyla onca paraya rağmen hayatın tadını çıkaramamıştır, yeni hanımıyla dünyayı gezecektir. Filmlerde gördükleri o tatil gemilerine atlarlar; bu kıta senin, şu kıta benim, görmedikleri yer kalmaz. Melek Hanım turdaki tüm kadınlara yıllar süren ve mutlulukla sonlanan aşk hikayesini anlatır, onların hayran bakışları karşısında gönenir, kocasının koluna girer ve ölüm onları ayırana dek mutlu mesut yaşarlar.

Belki öyle, belki böyle. Gerçekleşebilecek sayısız ihtimal var ama çoğunun gerçekleşmeme ihtimali katbekat daha fazla. Diyebilirim ki sadece birinin ihtimali yüzde yüze yakın. Melek Hanım kanaryanın cesediyle karşılaşınca yutkunacak, başka tepki vermeyecek, veremeyecektir. Ne yapması gerektiğini düşünür. Sevgili arkadaşını, can yoldaşını hemen çöpe atmaya yüreği el vermez. Onu gömebileceği bir bahçesi de yok. Yakın çevrede her taraf beton, asfalt doldu. Olduğu yerde bırakır. Çaresine koku yayılınca bakacaktır. Koltuğuna geçer, gözlerinde ıslaklık, yüzünde dizginlemeye çalıştığı bir titreme, mindere gömüldükçe gömülür.

Uzun süre kafese bakar, sessizliğine kulak kesilir. Sonra kafasını duvara çevirecektir. Parmaklıkların gölgesine. Abilerini hatırlar.

“Senin iyiliğin için yapıyoruz. Devir kötü, etraf hırsız dolu.”

Düşünmeden edemez. Nasıl bir iyilikti bu, hayatı dört duvar arasına hapseden? Bir kuş, kanatlarını boylu boyunca açıp uçamıyor, daldan dala konamıyorsa ne kalır kuşluğundan geriye? Ya bir melek, kanatlarını kimse görmediyse hâlâ melek sayılır mı? Dahası bunu kendi ister mi, etten kemikten kadın olmak dururken? Saçma. Onların istekleri yoktur ki. Öyle midir gerçekten?

Gençliğini hatırlar. Yüreğini pır pır ettiren o dal gibi delikanlıyı. Onunla evlenmeyi istemişti, hem de çok. Din büyükleri meleklerin iradesiz varlıklar olduğunu söyler. Haklılar demek ki. O kadar istemesine rağmen iradesini ortaya koyamamış, kaçmaya cesaret edememişti. Ailesinin onurunu düşünmüştü. Komşuların edeceği lafları, abilerinin koyduğu kuralları, annesinin yapayalnızken başının çaresine nasıl bakacağını… 

“İşte şimdi ben yalnızım, pek âlâ bakıyorum başımın çaresine. Hâlâ ölmedim ya!”

Yüreğinde sanki bir akrep uyanır, zehrini damarlarına salar. Melek Hanım dudaklarını ısırır, gözleri kısık, ailesinin ruhuna beddua okuyacakken kendini tutar. Ölülerin arkasından kötü düşünülmez. Hem faydası yok, geçen geçmiş artık. Zamanında kapısını çalan hayırlı ihtimallerin çoğu toprağa karışmış. Her hayat sayısız ihtimal barındırır, yine de onlardan sadece biri gerçekleşir. Onun kısmeti de buymuş işte. Günaha girse ne, girmese ne…

Gözü tekrar kafese takılır, içini çeker. “Hadi, topla kendini, ölenle ölünmez” diye düşünür. Ölünmemelidir. Öyle demiş büyükler. Her zamanki alışkanlığıyla büyüklerin sözünü dinlemek ister ama ne yapacağına, günü nasıl geçireceğine karar veremez. Canı dışarı çıkmak istemeyecektir. Kapı çalınmaz. Telefon gelmez. Televizyon desen kuru gürültü. Şımarık genç kızların abartılı kahkahaları, bir karış etekleri, badanalı suratları. Başka zaman neyse de şimdi hiç çekilmez.

Epey düşünür. Guguk kuşu yuvasından çıkar, sekiz kere, dokuz kere, on kere öter. Melek Hanım çöktükçe çöker. Mahalle camiinden kim bilir kimin selası okunduktan sonra dudaklarından bir şarkı dökülür. Gün boyu onu mırıldanacaktır. Mutfağa sızmış karıncalarla kahvaltı yaparken, etrafta dolanan karasinekle kahve içerken, pencerenin önüne konmuş kediyle örgü örerken. Hiç susmaz, bıkmaz.

“Bir ihtimal daha var…”

edebiyathaber.net (3 Ekim 2020)

Paylaş:

Yorum yapın