Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisinin yolcuğu geçtiğimiz günlerde yayımlanan en son kitabı “Son”la nihayete erdi. Norveçli yazarın çok tartışılan, çok konuşlan ve neredeyse küresel bir fenomen haline gelen Kavgam serisi hiç kuşku yok ki çağdaş edebiyatın son yıllardaki en ilgi çekici edebiyat serisi olabilir. Serinin bu nedenli konuşuluyor olmasının en büyük sebebi, yazarın kendi hikâyesini tüm gerçekliği ve çarpıcılığıyla anlatması. 6 kitaptan oluşan Kavgam serisi, yazarın çocukluğundan, babasıyla olan ilişkisine, ergenliğinden, yetişkinliğine, karısı ve çocuklarıyla olan ilişkilere odaklanıyor. Seri boyunca tüm okuduğumuz tüm hikâyeler, isimler gerçek. Knausgaard, başta babasıyla yaşadığı sorunlu geçmişten, kendisine tek başına hayat kurmaya çalışmasından, yazarlık tecrübesinden ve eşi Linda’yla olan inişli çıkışlı hikâyesini olduğu gibi anlatmış. Bu yüzden kendisini “selfie çağı”nın yazarı olarak tarif edenler de var. Lakin kendisi ortaya döktüğü hatıralar, ilişkiler ya da benlik sunumu Instagram dünyasına pek benzemiyor.
Knausgaard’ın yolculuğu her insan gibi inişlere, çıkışlara, çöküşlere ve başarısızlıklarla dolu. Karşımızda tüm geçmişin, travlmaları, utanç verici hatırayı lafı dolandırmadan olduğu gibi aktarıyor. Ailesini ve hayatını tüm açık yürekliliğiyle ortaya serdiği için de ailesiyle zaman zaman sorun yaşadığı da bilinmekte.
Geçmişin gölgesinde geleceğin sınırında
Serinin 6. Kitabı “Son” önceki kitaplarda olduğu gibi Monokl Yayınları’ndan Haydar Şahin çevirisiyle okuyucuyla buluştu. Son, yazarın Kavgam serisinin yazmaya başladığı ana odaklanan, geçmişe dönüşlerden çok yaşanan ana odaklanan bir kitap. Knausgaard, kitap boyunca bir taraftan Kavgam serisine neden başladığını aktarmaya çalışıyor diğer taraftan yazım sürecini ve ailesiyle yaşadığı sorunları merkeze alıyor.
Kavgam serisinin ikinci kitabı, Aşık Bir Adam eşi Linda’yla tanışma sürecini, evliliklerini ve çocuklarıyla olan ilişkileri anlatıyordu. Son da bir anlamda Aşık Bir Adam’ın devamı niteliğinde. Knausgaard, bu kitapta da baba olmanın sorumluluğunu, eşiyle yaşadığı inişli çıkışlı ilişkisini ve yazarlık deneyimini anlatıyor. Yazar, kitap boyunca bir taraftan bakımlarını ve ev işlerini eşi Linda’yla eşit bir şekilde bölüştüğü çocuklarının belirli saatlerde kreşten alıyor, onlarla ilgileniyor, yemek hazırlıyor, çizgi film izliyor; meraklı sorularına yanıtlar veriyor. Yine onlarla dışarı çıkıyor, parka gezmeye gidiyor. Arada az da olsa onlarla gerilim de yaşıyor elbette. Dolayısıyla yazar, onlarla ilişkisinde otoriter mi yoksa özgürlükçü bir baba figürü performansı gösterme hususunda zaman zaman ikilime düşüyor. Onlara kızdıktan kısa bir zaman sonra üzülüyor, pişman oluyor. En çok da çocuklarının kendisi gibi sosyal fobisi olan, insanlardan kaçan bireyler olmasından korkuyor. Onlarda bu özelliği görürse endişe kapılıyor. Kendi zaaflarının yansımasını en yakınında görmek yıkıma neden açabiliyor zaten.
Ya da yine çocukların ufak haylazlıkları karşısında rahat bir tavır takınınca işlerin büyümesini engelleyemiyor. Bu durum da Linda’yla sorun yaşamasına neden oluyor. İş bölümü zaman zaman sağlanamıyor. Knausgaard, yazarlık için kendisine zaman ayıramıyor. Üstelik tam 40 yaş krizinin ortasında kalmışken. Kendisi gibi olabildiği, tekrar çocuk gibi hissedebildiği tek anlar eski arkadaşlarıyla bir araya gelip, 80’ler rock plakları dinlemek oluyor…
Linda ise çoğu zaman çocuklarla çok daha fazla zaman geçirmek durumunda kalıyor. Zaten kitabın önemli bir ağırlık noktası onunla olan ilişkisi oluyor. Eşinin uzun yıllar manik depresyonla boğuşması sebebiyle ilişkilerinde zaman zaman zorlanmışlar. Dolayısıyla bu ağır hastalık onların hayatlarını derinden etkiliyor ama asıl sorun çok âşık olduğu Linda’ya olan duygularının giderek zayıflaması ya da sorgulamaya açılması. İşin içinden çıkılmaz kılan bu durum oluyor. Neden buraya geldiklerini, birbirlerinden uzaklaştıklarını sorgulamaya başlıyorlar. Bu sırada Linda’nın hastalığı tekrar ediyor, işler içinden çıkılmaz bir hal alıyor zaten. Lakin bu derin sorun bir noktada onları yeniden bir araya getirecektir. Kendilerine, sınırları belli rutin bir hayat akışı olan küçük bir dünyayı yeniden inşa etmek için hakiki bir adım atacaklardır. Yıllar içerisinde giderek kendisine küçük bir sosyal ağ kuran Knausgaard, eşi ve çocuklarıyla kuracakları küçük evrende en azından huzurlu bir eve dönüş hikâyesi yazabilecektir. “Kimseye ihtiyacım yoktu, ofisimde ve ailemin yanında geçen yaşam yeterliydi, evet, yetip artıyordu.” Hiçbir şeyden emin olmasa bile bu hissiyattan emindir artık. “Ev nedir? Ev kişinin ait olduğu, tanıdığı ve çoğunlukla geldiği yerdir. Bu ev senliğin vardığı yerdir. “Sen” geri de döner; zaman geçmiştir. Bir önce ve bir şimdi vardır. “
Yazar, tüm bu ailevi sorunların ortasında otobiyografik romanı üzerine çalışıyor. Zaten asıl kıyamet bundan sonra kopacaktır. Hayatını tüm gerçekliğiyle, tüm açıklığıyla anlatmaya karar veren Knausgaard, başta amcasıyla olmak üzere romanına kon ettiği birçok kişiyle sorunlar yaşamaya başlayacak. En nihayetinde olaylar gerçek olsa bile, yaşananlar ve hakikatler doğrudan Knausgaard’ın gözünden insanlara ulaşacaktır. Üstelik dürüstlüğün de ağır bir bedeli vardır. İnsanlar çoğu zaman yakınlarından hep duymak istedikleri şeyleri beklerler. O sınırın aşımı ilişkinin yakınlığını da zedeleyecektir. Bu bağlamda Knausgaard başta babası ve ailenin diğer fertleriyle olan ilişkileri, namahrem sayılabilecek anılar, olaylar satırlara düşmeye başladıkça gerilimler artacaktır. Knausgaard, geçmişin kapılarını açtıkça ortaya saçılan hatıralar, olaylar, bastırılanlar bir bir ortaya çıkacak. Şimdinin pürüzsüz zemini derinden sarsılacaktır. Yazarın suçluluk, pişmanlık ve özgürlükle hissiyle dolup taşacak yeni hayatının ilk adımı olacaktır. Çünkü yazdıkları başta Norveç basının olmak üzere tüm dünyanın dikkatini çekecektir.
Yazarak özgürleşmek
Karl Ove Knausgaard, Kavgam serisini yazma sebebi olarak özgürleşme çabası olarak tarif ediyor. Geçmişten, sorunlu ailevi ilişkilerinden, babasıyla olan bitmeyen sorunlarından, arkadaşlarıyla, yalnızlığıyla, başarısızlığıyla, utancıyla, travmalarından kurtulmak, arınmak için yazdığından bahsediyor. Eğer üzerimize giydirilen tüm rollerden, son gelmez ilişki ağlarından, geçmişten kurtulmak istiyorsa onunla sahici bir yüzleşmemiz gerekiyor belki de… Sınırları kaldırarak, sınırları zorlayarak, anlatılamaz olanı anlatarak. Knausgaard da biraz bunların yanıtı aramaya çalışıyor seri boyunca. Yazdıklarıyla belki birçok insanı utandırdığını, üzdüğünü düşünse de bu hikâyenin sonunda kendisinin evrendeki yerine bir ad verebildiğini aktarıyor. En çok korkularıyla yüzleşebilmeyi sağlamış yazmak. Kırılganlığıyla, geçmişle, insanların on yargılamasıyla, özel biri olmamasını yazarak üstesinden gelebilmiş. Bu sayede Dünyadaki yerini bulabilmiş; geçmişin hayaletlerini, arkaya dönüp bakmadan ilerleyememe prangasından tüm yaşadıklarını anlatarak kurtulmuş. Çünkü geçmişte ne yaşanırsa yaşansın hiçbir şey şimdinin güzel olasılıklarına etki etmemeli. “Özgürlük neydi? Sınırları aşmaktı özgürlük. Her şeyi sınırlayıcı, bağlayıcı, engelleyici olarak görüp onlardan kurtulmak”.
Knausgaard’in Kavgam serisinin sonuna geldik. “Son” bana kalırsa serinin en iyi kitaplarından biri. Knausgaard romanla, denemeyi ve oto biyografiyi başarılı bir şekilde harmanlamış. Deneme diyorum çünkü, roman önemli bir kısmı Knasgaard’ın edebiyat, sanat ve hayat ilişkisine yoğunlaşıyor. Yazar burada istikameti bilerek kırarak anlatısal olarak romandan sapıp deneme formuna geçiş yapıyor. Sadece hayat değil edebiyatın, yazmanın işlevi üzerine de yoğunlaşıyor. Derin teolojik bir muhasebe de yapıyor. Aydınlanmayla birlikte değişen dünya düzeni, inanç dünyası konusunda da fikir tellakisi yapıyor. Modern dünyadaki en büyük krizin “aşkın” olanı kaybetmek olduğunu belirtiyor. Günümüzde pek karşılığı olmayan Romantizmin kıymetini, bizi varoluşsal sorunlardan kurtaracak olan doğaya kaçısın öneminden bahsediyor.
Bununla beraber kitabın bu kısmında Knausgaard, serinin provaktif ismi Kavgam’dan yola çıkarak Hitler’e ve Hitler’in aynı isimli kitabını da mercek alıyor. Babasının ölümünün ardından evinde çıkan Kavgam kitabı onun için bu kitaba yönelmek için bir işaret olmuş. Yazar, oldukça detaylı bir şekilde Hitler’e hayatına, yaptıklarını inceliyor. Sıradan bir ressamken onun dünyaya nasıl vahşete dönüştürdüğünü sorguluyor. Faşizmi, kötülüğü Hitler’in bitmeyen kavgası üzerine kafa yoruyor. Bu köhne ideolojinin nasıl olur da halen dünyada destekçileri olabileceğine dair fikir yürütüyor. Romanın bu kısımlarının oldukça ağır ve üzerine düşünülmesi gerektiğini belirtmek gerek.
Dünyanın en sıradan edebiyat kahramanın hikâyesinin sonuna geldik. Hayatı boyunca özgür olmanın, üzerine giydirilmeye çalışılan kimliklerden, rollerden sıyrılmamanın kavgasını veren Knausgaard bunu ne kadar başardı bilemeyiz ama romanında tüm dünyayı karşısına alacak bir cesareti göstermeyi başarmış. Hem seri boyunca hem de söyleşilerinde çok cesur olmadığını hatta korkak ve sinik olduğunu söyleyen Knausgaard özgürlüğün en büyük bedelini ödeyerek bu korkularıyla yüzleşerek geçmişini tüm şeffaflığıyla ortaya döküyor. Ne eksik en fazla…. Kötü hatıralar, babasının trajedisi, annesinin rasyonalitesi, eşinin rahatsızlığı, 19 yaşında bilmediği bir yerde yeni bir hayat kurmak çabası, yalnızlık, kaybolduğu kozmosun içerisinde ancak yazarak var olmaya çabası…En nihayetinde özgürlük emek ister; Knausgaard bu emek için çok büyük bir adım atıyor…
Yazar, serinin Son kitabında da başta aile olmak üzere, yazarlık, yazma edimi ve dünya ahvali üzerine zihin açıcı kelamlarda bulunuyor. Birbirine benzeyen orta sınıflar, sürprize, kültürel özerkliğe kapalı, tıpkısının aynısı kentler, dertler, sıkıntılar… Knausgaard biraz Simmel vari bir izlenimcilikle insanlara ve toplumla (Özellikle de İskandinav toplumuna çok farklı bir bakış getirdiği söylenebilir) bakıyor, kadrajına çok fazla imge; bakış açısı giriyor. Kendisi üzerinden dünyaya, insanları inceliyor. Hepimizin öyle ya da böyle hayatla kavga halinde olduğumuz, buradaki yerimizi, serüvenimize bir ad verme telaşında olduğumuzu hatırlatıyor. Küreselleşme ve tüketim pratiklerimizle aynılaşan hayatlarımızda, İKEA oturma grupları, evlerimizin de dertlerimizin de sıkıntılarımızın da mutluluklarımızın da benzediğini söylüyor. “Anlattığım aslında sizin de hikâyeniz” diyor bir anlamda. Ama sonuç olarak tüm seri şunu bir kez daha sorgulatıyor “başkalarının hayatını neden merak ederiz?” ya da dışarıdan baktığımız hayatları neden yazarız? Kendimizi başkaları üzerinden aklamak için mi? Yoksa yalnız olmadığınızı ve empati yapabilmek için mi? Bunlar cevabı zor sorular, benim yanıtım yalnız olmadığımızı, hayatın içerisinde hepimiz benzer sıkıntıları yaşadığımızı adlandırmak için çabalıyoruz; başkalarını yaşamları bu yüzden ilginç geliyor bizlere. Bize benzeyenler, hayatlarımızı eşitleyen bir ayna görevi görüyor bir nevi.
Gerçekliğin sorgulandığı bir dönemde, çoklu benlik sunumlarımızla kendimize inşa ettiğimiz personalarınızın haricinde; Knausgaard gibi zayıflıklarıyla, korkularıyla bir yazar olarak tüm şeffaflığıyla ortaya çıkmak kolay değil. Olduğu gibi hayat edebiyatın ve sinemanın erken döneminde çıkan bir arayıştı. Sonra bu arayış yerini başka bir biçime kaydırmıştı. Knausgaard gerçekliği eğip bükmeden olduğu gibi ortaya döküyor. Hakikatin anlamını yitirdiği şu post dönemlerde satırlardan dışarı çıkan bir canlılık ve gerçeklikle anlatıyor hayatını.
Yaşam sürdükçe anlam arayışımız da mutluluk çabamız da kavgamız da sürecek… Knausgaard’ın sıradan gibi görünen hayat hikâyesi ve kavgası bir yerde bizim de kavgamız… Serinin son kitabı “Son” bu bağlamda bir bitiş değil yeni bir başlangıç da aynı zamanda. Son zamanların en iyilerinden kesinlikle kaçmaz..
edebiyathaber.net (18 Temmuz 2020)