Bir Kadın Bir Erkek | Can Öktemer

Ocak 8, 2020

Bir Kadın Bir Erkek | Can Öktemer

Erlend Loe, çağdaş edebiyatının son zamanlardaki en önemli isimlerinin başında geliyor. Norveçli yazar geçtiğimiz yıllarda modern hayattan kaçıp ormana kaçan bir adamın öyküsü olan Doppler’le beynelmilel bir başarı elde etmişti.  Erlend Loe’ye son yıllarda ülkemizde de yoğun bir ilgi söz konusu. Özellikle Doppler ve hikayenin devamı sayılacak Bildiğimiz Dünyanı Sonu  ve Naif.Süper okuyucuların bir hayli ilgisini çekmişti.

Loe, romanlarında ağırlıklı olarak modern hayat eleştirisi yapıyor. Tüketim toplumu, kazanma hırsı, mülk edinme tutkusu romanlarının ağırlık noktasını oluşturuyor. Bununla beraber, Loe’nin kahramanlarının çocuksu, ironik yanları da var. Özellikle uzatmalı ergenlik yaşayan  ve sistemin onlara dayattığı yaşam tarzı arasına sıkışmış erkek karakterleri kitaplarında öne çıkan bir başka vaziyet oluyor.  Yazarın karakterleri büyümek istemiyorlar, üzerlerine giydirilmek istenilen bir takım yaşam tarzlarından, kariyer hedeflerinden uzak durmak istiyorlar bu dayatmalara karşı şiddetli bir direnç göstermeye çalışıyorlar.

Erlen Loe’nin geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan Dilek Başak çevirisiyle yayımlanan Kadının Fendi romanı da, benzer sularda yüzüyor. Çoğu insan sıkıcı olarak görülecek, tek düze bir hayata sahip bir adamla, hayattaki istikametini tam olarak çizememiş, kafası biraz karışık Marianne arasındaki aşka odaklanıyor. Norveçli yazarın 23 yaşında yazmış olduğu bu ilk romanında,  kadın erkek ilişkilerine kendine has yorumuyla bakıyor; birlikte yaşamanın zorlukları, aşkın ömrünü sorguluyor özetle.

Marianne ve sonrası

Kadının Fendi’nin hikayesi Marianne’nin ismini bize bahşetmeyen kahramanızın evine belirli periyotlarla uğramasıyla başlıyor.  Hikâyeyi biz okuyuculara bizzat anlatan kahramanımız, kendine ait bir rutini olan, her modern bedbaht bireyler gibi hafta içi işe giden, hafta sonu bol alkol alan, evinde kendine ait bir dünya kurmaya çalışan birisidir. Özellikle dış dünyanın gürültüsü, patırtısından ayrı kalabilmek için evinde kendisine ait inşa ettiği dünyasını kahramanlıkla savunmaya çalışmaktadır. Marianne ise, hayattan tam olarak ne istediğini bilmeyen, yolunu arayan, bu arayış esnasında sürekli yanlış yollara sapmış biridir. İşte bu zıt kutuplu iki insanın yolu bir şekilde kesişmiştir.

Günlerden bir gün Marianne’nin, isimsiz kahramanına evine gelmesiyle olaylar gelişiyor. Marianne, kısa süre içerisinde hayatını, geçmişini, ailesini kısaca yaşamına dair her bir detayı cümle içerisinde kullanıyor. Kahramanımız tüm bu akışı zaman zaman takipte zorlansa da, Marianne’yi dikkatle dinlemeye çalışıyor. Cümle sağanakları esnasında, Marianne’ye bakıyor, gözlerine, yüzlerine, saçlarına onun ne kadar güzel olduğunu fark ediyor. Ona aşık olmasına ramak kalmış durumda, sadece farkın değil.

Marianne, anlatıyor, sessizliğin kıymetini, iletişimin öneminden bahsediyor. Birlikte sinemaya gidiyorlar. Filmden sonra, bir barda filmden uzun uzun bahsediyorlar. İkisi de filmi farklı bir şekilde yorumluyorlar; hayata da aynı yerden bakmadıkları çok açık. Zıt kutuplu muhabbetin  sonu bir aşka mı evirilecek? Henüz ikisi de tam olarak bilmiyor. Lakin bilenler bilir “aşk bir dengesizlik işi, dengeye dönüşen bir sevgi”.

Bir süre sonra, Marianne’nin, eve gelişleri ve gitmeyişleri daha da sıklaşıyor.  Hayatı tam anlamıyla kontrol etmek isteyen Marianne, önce komodinin rengini istediği şekilde değiştiriyor, sonra da gardıroplara kışlıkları yerleştiriyor. Tüm bu girişimler bir süre sonra Marianne’nin, kahramanımızın evine resmi olarak taşınmasıyla nihayete eriyor.  Doğal olarak kahramanımızın kendine ait dünyası çöküyor; çünkü artık bu küçük kosmosu paylaşması gereken biri var. Bu hissiyat ilk başlarda onu biraz tedirgin ediyor. Kendine alan açabilmek için havuza bile yazılıyor. Lakin orada da aradığını bulamıyor. Üstelik havuz gözlüğü zarar görüyor. Havuz gözlüğünü bile koruyamadığı bir dünyada kendine nasıl güvenli bir alan açabilecektir zaten. Dış dünya beklenildiği kaotik, belirsiz ve rahatsız edici. Evde hiç yoksa Marianne ve onun güzelliği var. Dünyaya katlanabilmek için iyi bir neden gibi görünüyor bu durum.

Marianne ve kahramanımız beraber biriktirdikleri hatıraları genişletmek için komşular ve yakın arkadaşlardan oluşan ev partileri düzenliyorlar. Kimin çağırılıp çağırılmayacağı yönünde ufak atışmalar yaşıyorlar. Hayat kendi rutinini bulmaya başladığında, geçmişte bir türlü çözülmemiş ailevi sorunlar önlerine çıkıyor. Geçmiş düzeltilmeye çalışıldıkça gelecek bozulmaya başlıyor bu sefer de. Yetmiyor, kahramanımız işsiz kalıyor. Gün boyu evde kalmaya başlıyor. Ailesi ve çevresi onun işsiz haline, iş aramaktan vazgeçmiş ruh haline çatık kaşla ve yargılayan bir yüz ifadesiyle yüksek sesle “çık çık” diyorlar. Kahramanımız, tüm bu baskılardan çok yoruluyor.  Marianne ise harika bir çözüm önerisi getirerek, biraz bulundukları yerden uzaklaşmayı teklif ediyor. Çiftimiz trenle Avrupa seyahatine çıkmaya karar veriyor. Norveç’ten İsveç’e geçiyor oradan da yollarına devam ediyorlar. Haritada karşılarına çıkan her yeri geziyorlar. Bazen olayları akışına bırakıyorlar canlı nereyi gezmek isterse orada konaklıyorlar. Bu seyahat onları daha da yakınlaştırıyor bir anlamda yeniden tanıştırıyor. Gittikleri her ülkede harika yemekler yiyorlar, güzel şaraplar içiyorlar; ileride anlatılacak harika anılar biriktiriyorlar. Lakin, bu pürüzsüz gibi görünen hikâye bir süre sonra su kaynatıyor. Kendilerine ait alanı kaybetmeye başladıklarını anda ikisi arasında gerilimler, kavgalar başlıyor. Bu kavgalar da birbirlerine duydukları sevginin sorgulanmasına neden oluyor. Artık birbirlerini eskisi gibi sevmiyorlar mıdır? Bu hikayenin sonu nereye varacaktır? Kafaya yerleşen sorular onları aynı odadaki iki yabancıya dönüştürüyor.

Kader ağlarını örüyor; birbirlerinin değerini anlamaları için araya dev bir mesafesinin girmesi gerekiyor hiç şüphesiz. “Aşk ne kadar çok şey olabilirdi bunu anladım.” Özellikle kahramanımız  bir süre sonra Oasis’in kült parçası Wonderwall misali Marianne’i ne kadar çok sevdiğini anlıyor: “Because maybe you’re gonna be the one that saves me and after all you’re my wonderwall.”

Sadece sevdiğini değil onu ne kadar özlediğini anlıyor. Günlerce Marianne’nin boyadığı sarı komodine bakıyor. Yastıklara, perdelere evin her köşesine sinen anılara bakıyor. Zaten bu hayatta ancak yürekten özlediğin kişiyi sevmişsinizdir. Gerisi biraz ilüyzondur. Marianne, ondan çok uzakta, çok farklı bir yerde kafası karışık bir şekilde yanlış kararlar arifesinde onu düşünüyor, onu özlüyor… Gerisi hayat ve beklenmedik sürprizler.

Aşk nereye kadar

Erlend Loe, Kadının Fendi’nde  kadın erkek ilişkilerini ironik yer yer melankolik bir şekilde ele alıyor. Lafı uzatmıyor hikayenin kendisinden çok, anlara, olaylara odaklanıyor. Bunu da ağdalı cümlelerle değil sade bir dille anlatıyor. Romanın akıcılığı, sadeliği ve doğallı da buradan geliyor kanımca.

En sevdiğimiz Norveçli, ilk kitabında kadın erkek  ilişkilerin açmazlarını, aşkın ömrünü sorguluyor. Birini gerçekten sevdiğimizi nasıl anladığımızı ortaya koymaya çalışıyor. Bu zorlu sorulara yanıt aramıyor, yeni sorular yarattığı kadar, olduğu kadar hayat diyor bir anlamda; çok sorgulanırsa işinden çıkamayacağımızı hatırlatıyor. Yine de, bazen birisini yürekten sevdiğimizi anlayabilmemiz için onun sahiden özlememiz gerektiğini vurguluyor. Loe, aşkın bir dengesizlik işi olduğunu ancak işin içerisine hakiki bir dostluk, arkadaşlık girerse anlamı olabileceğini, ömrünün uzun olacağını, biriktirilen anıların, yaşanılan ortak zamanın değerinin anlaşılabileceğini vurguluyor. Hayata karşı birlikte omuz omuza vererek güzel bir manzara beraber bakarken keyif alınabileceğini hatırlatıyor. Özetle aşık olmazsınız, aşık olduğunuzu anlarsınız. Çoğu zaman da hazırlıksız yakalanırsınız zaten.

edebiyathaber.net (8 Ocak 2020)

Paylaş:

Yorum yapın