Nihan Eren’e 6 soru | Can Öktemer

Aralık 20, 2019

Nihan Eren’e 6 soru | Can Öktemer

-En son okuduğunuz kitabın adı nedir?  İzlenimlerinizi öğrenebilir miyiz?

Şu aralar Ian McEwan romanlarıyla hemhalim. Önce Kefaret’le başladım. Çocuk Yasası, Amsterdam’da Düello, Fındık Kabuğu, Sonsuz Aşk’la devam ettim. Şimdi de Kayıp’ı okuyorum. Karakter yaratımının böylesine katmanlı olması, kadının, erkeğin, çocuğun hatta doğmamış bebeğin bile bir dile kavuşması, bütün bu karakterlerin yoğunluğunun yazarın anlatmak istediği konu için müthiş birer kapı olmaları beni etkiledi. Bir de tabii temaları. İyilik ve kötülük ve bunların göreceliği, ahlaki seçimler ve bunun zorlayıcılığı, evrensel değerlerle bireysel kaygılar arasında kalma, kişisel hayatımız ve kamusal hayatımız arasındaki kırılgan ilişki, erdem ilkesi altında çatışmaların bir türlü nihayete erememesi vs. Bir de çift olma durumunu, uzun yıllara dayanan ilişkilerdeki kadın ve erkeğin büyülü ve güvenli yakınlığını ve tüm bunların aynı zamanda çok zorlayıcı da olabileceğini böylesi gerçekçi anlatmasını sevdim. Suçluluk, vicdan, paranoya ve erdem zaten üzerinde sıklıkla düşündüğüm temalar olduğu için de yakınlık beslemiş olabilirim. Bir de elbette dili ilk akla gelen şekliyle kullanmaması, özenli ama şairane olmaması, sade ama derinlikten uzak yazılmaması ve bütün bunlar arasındaki ince gerilim gerçekten başarılı. Hem konularıyla hem sözünü bulduğu biçimiyle son zamanlarda okuyup sevdiğim bir yazar oldu.

-Son okuduğunuz kitapta, en beğendiğiniz cümle ya da alıntı nedir?

“Hayat yaşanırken bile ne kadar büyük bir kısmının unutulduğunu çoktan anladım. Çoğu kısmının. Önemsenmeyen şimdiki zaman döne döne uzaklaşıyor bizden, bir özelliği olmayan düşünceler yumuşacık yuvarlanıp gidiyor, varoluş mucizesi uzun zamandır ihmal edilmiş.” Bu Fındık Kabuğu’ndan çok sevdiğim bir bölüm ve romanın son cümlesini yazmadan da edemeyeceğim. Uzun zamandır bir son cümle beni böylesi etkilememişti.

“Önce derin keder, sonra adalet, sonra anlam. Gerisi keşmekeş.”

-Yeni bir kitaba başlamadan önce arkadaşınızdan mı tavsiye alırsınız, kitap eklerinden mi yararlanırsınız yoksa tamamen sezgilerinizle mi hareket edersiniz?

Hepsi ve hiçbiri. Yakın dostlarımın önerileri de benim için önemlidir. Kitapçıları dolanırken seçtiklerim de. Bir kitap hakkında çıkmış yazılar da. Çocukluğumdan getirdiğim bir alışkanlık ise, sevdiğim bir yazarın diğer kitaplarını araya başka bir yazar sokmadan okuyarak onun yazarlık yolculuğunu bütünlüklü bir şekilde izlemek. Üslubunun, temalarının nasıl ilerlediğini, çeşitlenip çeşitlenmediğini, hangi sularda yüzmeyi sevdiğini ve tüm bunları nasıl bir bütünlükle kurduğunu görmeyi severim.

 -Keşke bu kitabı ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?

Neredeyse hayatımın şekillenmesinde bile önemi olan ve benim hala en sevdiğim roman olma özelliğini koruyan yegane kitap; Mutlu Moskova. Yalnız her okuyuşumda değil, elime her alışımda, onu her karıştırışımda bile beni heyecanlandıran, hayata yönelik yeni bir kavrayışı her seferinde nasıl oluyorsa getiren, yeni bir merak ve sevinç duygusuyla beni başbaşa bırakabilen bir roman. Yazarı olmayı elbette isterdim. Ama bir başka ülkede, bir başka çağda okuru olmaktan her zaman mutluluk duyacağım. Bana yeniden yazma gücünü hep o verdi. Yazma gücü veren bir başka öykü ise Wang-Fo Nasıl Kurtuldu. Yourcenar’ın bu enfes öyküsü; yazmakla yaşamak, yazıyla hayat arasındaki mükemmel mekanizmayı anlatır. Yazıyla, yaratımla ilişkisi olan herkese öneririm. Ben bu öyküde hep yazmanın büyüleyiciliğini buldum.

-Yazdıklarınızı ilk olarak ne zaman gün ışığına çıkardınız ve ilk kimlere okuttunuz?

Sonradan Yavaş’ın öykülerine dönüşecek o ilk denemeleri, ben de yazan çoğu insanın ilk başladığında epeyce ihtiyaç duyduğu cesaret ve yüreklendirmeyi bulabilmek adına en yakın bir iki dostumla paylaştım. Paylaşmak da yazmak kadar cesaret isteyen bir durumdu benim için. Bu yüzden dostlarıma okutabilmek bile çok uzun zamanımı aldı. İlk öykülerim ise Adam Öykü ve Kitap-lık dergilerinde yayınlanmıştı. Yazmayla geçen saatlerin sonunda gönderdiğiniz öykülerin kabul aldığını görmek bu yola yeni çıkan biri için elbette çok destekleyici. Dergilerin kıymeti bu anlamda da tartışılmaz.

Yazmak tek başına çıkılan ve sonu kestirilemeyen muğlak, uzun ve aslında yorucu bir yolculuk. Bunu yazmayla geçen yıllar içinde iyice farkettiğimden beridir, artık bir dosya bütünüyle bitmeden kimseyle paylaşmamayı daha uygun buluyorum.

-Belirli yazma alışkanlıklarınız var mı? Gürültülü bir yerde mi yoksa sessiz bir ortamda mı yazmaktan hoşlanırsınız?

-Benim için her şey önce yürümekle başlar. Sabah erken saatlerde yürüyerek o gün yazacağım öykünün ya da bölümün temel hatlarını düşünür, kurgularım. Yürümek meditatif bir eylem. Hem kalabalığın, insanların içinde olmak hem de temas etmeden geçip gitmek yazacaklarımı kurgulayabilmek için gereken odaklanmayı kendiliğinden veriyor. Yazarken uzaklara, ufka bakabilmeyi severim, deniz kenarlarına gidip yazmayı severim. Etrafımda insanların olup olmaması bu anlamda hiç önemli değil. Gerçekten yazabiliyorsam görmem bile. Fakat evde yazıyorsam mutlak yalnızlığı isterim. Özellikle Kör Pencerede Uyuyan’ın büyük kısmını evde yazdım. Herkes gittikten sonra apartmandaki sesleri, su borularından gelen sesleri, dışarıdan geçip giden araba seslerini dinleyerek akşam kızım okuldan gelene kadar yazardım. Bir mühletin de yazmayı teşvik edici olduğuna inanıyorum. Kızımın 8.30-16.00 arası kreşte olması benim 8.30 ve 16.00 arasını bir ödev gibi kullanmamı sağladı. Eğer evdeysem mutfak masasında da yazdım, ütü masasında da… Yeter ki evde kimse olmasın. Eğer dışarıda yazıyorsam, yeter ki uzaklara, bahçelere, ufka bakabileyim. Arkamdaki kalabalığı bilmek, onları duymama neden olmuyor. Yazmak zaten hayata içeriden bakıp, yazarken her şeye sırtınızı dönebilmekte.

edebiyathaber.net (20 Aralık 2019)

Paylaş:

Yorum yapın