Can Gürses’e 6 soru | Can Öktemer

Ağustos 10, 2018

Can Gürses’e 6 soru | Can Öktemer

Hazırlayan: Can Öktemer

En son okuduğunuz kitabın adı nedir?  İzlenimlerinizi öğrenebilir miyiz?

Hem yaşayan hem hayranı olduğum az sayıda yazar var. Antoni Casas Ros bu muhteşem insanlardan biri. Roman yazan bir şair bence o. Edebiyatın bir insanda vücut bulmuş hâli. Matematik profesörüyken geçirdiği kazada hem sevgilisini hem yüzünü kaybedince evine kapanıp edebiyata dönüşüyor. İlk “Almodovar Teoremi”ni okuyup vurulmuştum. Sonra o nefis “Son Devrimin Güncesi” geldi. Dilinin anarşistliği, naifliği, yürekliliği, bilgeliği, çocukluğu, çılgınlığı, cinsiyetsizliği, insanlığı, romanlarını benzersiz kılıyor. Okumadığım bir tek “Enigma” isimli romanı kalmıştı. Maalesef yakın zamanda onu da bitirdim. Kitap tutkunluğunun Enigma sendromu diye adlandırıldığı romanın evvela çok sesli anlatıcılığı benim de daima tercih ettiğim bir üslup olduğu için tanıdıklığıyla bana dost oldu. Beğenmedikleri kitap sonlarına yeni sonlar yazarak piyasaya süren dört kitap delisinin ruhsal ve bedensel buluşmasını anlatıyor roman. İnsanın tükenmez arayışı, bulduğu öznede yitişi ve yeniden var olabilmek için bulduğundan vazgeçişini de anlatıyor diyebiliriz. Antoni Casas Ros, insanın tenine işleyen ruh renklerinin, seslerinin, gizemlerinin hikâyecisi. Sözcüklerinde durmadan, hızla kalpler çarpıyor. Bu kalpler okuyanın kalbini sarsıyor.

Son okuduğunuz kitapta, en beğendiğiniz cümle ya da alıntı nedir?

“Tüm bedenimden saf satırların doğduğunu hissetmenin sevincini biliyorum. (…) Her şeye hazırım. Bir hiç için binlerce sayfa karalamaya. Şeylerin sırrına temas etmeye binlerce kez kalkışmaya. En ufak olayları bile tarif etmeye. Bakışımın derinin altına girmesi, sinirlere, kana, kalbe dokunması için idman yapmaya.”

Yeni bir kitaba başlamadan önce arkadaşınızdan mı tavsiye alırsınız, kitap eklerinden mi yararlanırsınız yoksa tamamen sezgilerinizle mi hareket edersiniz?

Evim, bir edebiyat tutkunu olan canım dedemin vaktiyle alıp, biriktirdiği eşsiz kıymetteki, çoğu ben dünyada yokken yazılıp basılmış kitaplarla dolu. Onları okumak için ömrüm yetecek mi bilmezken dahi dayanamayıp yeni kitaplar alıp dururum. Çünkü ben kitap yazarak hayatta kalıyor ve kitap okuyarak yaşıyorum. Kitap okuyarak yaşayan her insan gibi ben de bir kitapçıya girdiğimde beni bekleyen kitabı, kıyıda köşede de olsa elimle koymuş gibi bulma yeteneğine sahibim. Bu, hem sizin de dediğiniz gibi sezgisel bir beceri hem de varoluşsal bir itki. Var oluşunuzu hayatla buluşturmak için neye ihtiyacınız olduğunu bilmekle ilgili. Bazıları etin sütün iyisini seçip, hayatını sağlıkla sürdürmekle övünürken bazılarıysa kitabın iyisini seçip, ruhunun bitimsiz açlığını –kitap süresince- dindirmekte ustalaşır. Ruh, daima bedenden daha aç olduğundan bir kitap iyiyse hem okurunu ziyadesiyle doyurur hem de yetimsizliğini coşturur; en az kendisi kadar iyi bir başka kitabı arayıp bulma arzunuzu yaratır. Sokağa çıkarken ancak yanına kitap alınca güvende hisseden, kendisiyle ve dünyayla yüzleşmekten korkmayan herkes kitap yer içer, kitap solur. Kitapları kitabi değil hayati görür böyleleri. Çünkü bilirler ki iyi bir kitapta hiçbir mecburiyet yoktur; orada alabildiğine özgürlük nefes alır.

Keşke bu kitabı ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?

Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler’i ile Lewis Carroll’dan Alis Harikalar Diyarında’yı ben yazmış olmayı ah ne çok isterdim!

Yazdıklarınızı ilk olarak ne zaman gün ışığına çıkardınız ve ilk kimlere okuttunuz?

İlk eserimi ilkokulda yazdım. Bir sinema senaryosuydu bu. İsmi “Safiye Hanımın Yalnızlıkları”. Önce kuzenim Ilgın’a okutmuştum. O yaşta sinema yapamayacağımı kabul edince tiyatro metinleri yazmaya başladım. Arkadaşlarımla bizim evde yahut doğum günümü kutladığımız Burgazada’da sahnelerdik oyunlarımı. Lisede okul dergisinde şiirler, öyküler yazar oldum. Yazdıklarım, içerdiği varsayılan “politik, melankolik ve erotik” unsurlar sebebiyle sansürlenince içime kapandım. Uzun süre yazdıklarımı kimseyle paylaşmadım. İçimde birikenler üniversitede romana dönüştü. İlk romanımın ismi “Profesyonel Meraklı” idi. Fazlaca kişisel ve deneysel bulduğumdan yayınlanmasını istememiştim. Romanı bitirdiğimde yakın çevreme okutmuştum. Hâlâ daha aynı yolu izlerim: Yazdığım romanı bitirinceye dek kimseye okutmam. Bitmemiş bir kitap nasıl paylaşılır, asla anlayamam. “Al işte az bir şey dirseği, şu sağ gözü, üç parmağı, ucundan baldırı, kalbinin sol yanı” filan demeye benzer birilerine bitmemiş romandan parçalar okutmak. Eleştiriye kapalı olduğum sonucu çıkarılmasın bundan; bilakis, eleştirilme ihtiyacını çokça duyarım ancak aldığım eleştirileri üretimini tamamladığım romanda değil üreteceğim bir sonraki romanda değerlendiririm. Çünkü romanım bitmişse bitmiştir. Nüanslar dışında hemen hiçbir yerine dokunmam yayına hazırlık safhasında. Öyle olmuşsa öyle olması gerektiğine inanırım. Bununla birlikte elbette romanımı yayınlanmadan, kitap hâline gelmeden evvel çıktılar alıp heyecanla en yakın üç beş insanıma okuturum. Bugüne dek tüm romanlarımın ilk okuru iyi ki hep (henüz 91 yaşındaki) dedem oldu.

Belirli yazma alışkanlıklarınız var mı? Gürültülü bir yerde mi yoksa sessiz bir ortamda mı yazmaktan hoşlanırsınız?

Yazı, yalnızlığın doruğu, uçurumu, lunaparkı, sefertası, anayurdu, rayihası, damgası, doğası. Hal böyleyken yazı kendiliğinden, yeterince ve fazlasıyla yalnızlıkta kuşatılmış. Bu yüzden asla evimde tek başıma, masa başında, sessiz sedasız yazamam. Mutlaka etrafımda insan olmalı, hareket olmalı, ses olmalı, renk olmalı, hayat olmalı. Yazmanın insanüstü kimsesizliğini çevremdeki insanlar, denizler, ağaçlar, şarkılar, çocuklar, kuşlar, böcekler, çiçekler, bulutlar dengelesin isterim. İç dünyamın sonsuz sesini hizaya getirmeli dış dünyanın daimi sesi. Bu ihtiyaç beni sokak yazarı yaptı. İstanbul vapurları, deniz kıyısı ve park bankları kendimi en ait hissettiğim, en tamamlandığım yazı meskenlerim. Ancak kurgu aşamasında yani bitimsiz defterlerimi temize çekme safhasında eli mahkum masa başına, bilgisayar karşısına geçerim. İşte o zaman içinden sözcük geçen hiçbir şarkı dinleyemem, başka da hiçbir sese tahammül edemem. Sözsüz müzikler açarım. Genelde film müzikleridir bunlar. Gelin görün ki bir süre sonra bırakın çalan müziği, inşaat sesini bile işitmez olurum. İşittiğim yalnızca yazımın sesi, yazımın şiiri, yazımın müziğidir. Kâğıt üzerinde sessizce duran bu müzik, hayal ettiğim gümbürtülü-dingin gelgitte akıyorsa şayet, artık ben de ne hikâyesine ne şiirine ne kurgusuna ne kişilerine müdahale edebildiğim hayatıma acemice, çocukça geri dönerim. Ta ki yeni bir metnin rüzgârına kapılıncaya dek…

edebiyathaber.net (10 Ağustos 2018)

Paylaş:

Yorum yapın