Fanzin: Pırtına | Erdem Can Özdemir

Mart 13, 1980

Fanzin: Pırtına | Erdem Can Özdemir

erdem can özdemirAğlamaktan ve uykusuzluktan şişmiş kocaman kara gözleri, bir zamanlar gitmekten en çok hoşlandığı yerin yerle bir olmuş haline takılmıştı. Minicik yüreği yüzleşmek zorunda kaldığı acılarla baş etmeyi bir şekilde öğrenmiş olsa da, bu manzara karşısındaki şaşkınlığını gizleyememişti. Babasının, onu çaresizce teselli etmek için aldığı vanilyalı dondurma, yavaş yavaş eriyip ellerine doğru akıyordu. Güz aylarından mıdır, yoksa bir anne kucağının sıcaklığından mahrum kalmış olması mıdır bilinmez, tombul yanakları buz kesilmiş, elma gibi kızarmıştı. Ancak bir baba acemiliğiyle iki yandan gelişigüzel örülmüş uzun saçları örgünün kenarlarından saçak saçak taşmıştı. Coşkulu müzik sesleri ve çocuk kahkahalarıyla hatırladığı panayıra ölüm sessizliği ve terk edilmişlik hâkimdi.

Bahar aylarında şehrin biraz dışında kurulan bu panayırın gelişini dört gözle beklerdi. Savaş ve çatışmalarla dolu hayatındaki en büyük eğlencesi, burada kurulan atlıkarıncadaki beyaz ata binmekti. Babasının teknik okuldan bir Rus arkadaşı olan atlıkarıncanın sahibi Sergey, onun bu atı ne kadar çok sevdiğini bildiği için fazladan binmesine her zaman izin verirdi.  O atı öylesine benimsemişti ki, ona kendince bir isim bile vermişti: Pırtına…

Pırtına’ya bindiği zaman kendisini o kadar özgür hissediyordu ki, tüm panayır onun coşkulu çığlıklarıyla inliyordu: ‘’Uç Pıytına…!!! Uuuuç..!!!’’ diye bağırırdı sevimli peltek ince sesiyle. Onun bu sevincine tanıklık eden diğerleri de, savaş çocuğu çekingenliklerini bir kenara atarak dönme dolaptan ve çarpışan otolardan aynı çoşkuyla karşılık veriyorlardı. Savaş ortamının tank ve tüfek seslerini bastıran bu mutlu çocuk sesleri, havadaki umutsuzluğu bir nebze de olsa kırıyordu.

Aliya, Almanlar yaşadıkları bölgeyi işgal edene kadar Kırım’ın Bahçesaray şehrinde annesi Setenay Hanım ve babası Timirhan Bey ile birlikte mütevazı, mutlu bir hayat sürüyordu. Alman işgalinden hemen sonra, eşsiz doğası ile meşhur bölgeyi postallarıyla çiğnemek için Kızıl Ordu da gecikmemişti. İlk çatışmalar genellikle şehrin batısında, panayırın kurulduğu alanı da kapsayan düzlükte gerçekleşmişti. Baskı altında iki ordu arasında zaman zaman el değiştiren şehirde ilk zamanlar günlük yaşamı, üniformalarının rengi soluk maviden kahverengiye dönen, dilleri yerli halkın konuştuğu Tatarca’dan çok farklı olan subayların bulunduğu kontrol noktaları dışında çok fazla etkileyen bir şey olmuyordu. Hayat, önceleri sıradan halk için neredeyse normal seyrinde devam ediyordu. Ta ki Alman ilerleyişine son vermek için başlatılan o son Rus taarruzu ile şiddetlenen savaş, şehirde onarılması imkânsız bir yıkımın ilk gürültüsünü kopartana kadar… Bahçesaray ahalisinin panik içerisinde, evlerinin bodrum katındaki sığınaklarda her şeyin son bulması için dua ettiği günler, bu son saldırı ile başlamıştı. Kaçabilenler şehirden çoktan ayrılmışlardı. Kalanlarsa yakında kendilerini daha büyük bir felaketin beklediğinden habersiz bir şekilde evlerine kapanmışlardı.

Rus ordusunun Almanları Kırım’dan püskürtmesi ile rahat bir nefes alacaklarını düşünen Kırım Tatarları, Joseph Stalin’in talimatıyla, işgal günlerinde Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle sürgüne gönderileceklerdi. Aliya, annesinden bu sürgün kararının uygulamaya konulduğu ilk furya ile koparılmıştı. Setenay Hanım, Özbekistan’ın kuzeyine sürülen ilk kafilenin içerisine zorla dâhil edilirken, Aliya kargaşa içerisinde babası Timirhan Bey’le bir sonraki sürgün konvoyunu beklemek üzere Bahçesaray’da kalmıştı.

Oysa ne kadar da güzel bir şehirdi Bahçesaray… Yazları ılık bir rüzgârın tüm nezaketiyle kırlardan envai çeşit çiçeklerin hoş kokusunu toplayıp insanın yüzünü yumuşakça okşayan bir güzelliği vardı. Mahalledeki çocukların çıtalarını akçaağaçtan yaptıkları uçurtmalar ne kadar yükselirse yükselsin, her türlü savrulmaya karşı koyabiliyordu. Komşuları Giray Bey, eşi Münire Hanım’ın pişirdiği peynirli böreklerden aşırıp mahallenin çocuklarına dağıtırdı. Münire Hanım’ın bunu fark edip Giray Bey’i azarlayışını kahkahalar eşliğinde izlerken, lezzetine doyum olmayan o börekleri afiyetle midelerine indirirlerdi. Aliya, en sevdiği arkadaşı olan Aybala ile birlikte, babasının onun için inşa ettiği küçük ahşap kulübede misafircilik oynardı.

Artık hiçbirisi yoktu… Yaşadıkları şehir darmaduman, tanıdıkları tüm o güzel insanlar ise dünyanın dört bir köşesine sürgün edilmiş, akıbetlerinden haber dahi alınamıyordu. Küçük Aliya belki de annesini bir daha hiçbir zaman göremeyecekti.

Dört yaşındaki küçük bedeninin kaldırabileceğinden çok daha ağır olan acı hatıralar Aliya’nın gözlerinde canlanıyordu, öyle ya bir yaşından beri savaşın tanığıydı. Babası Timirhan Bey, Sergey’le harabeye dönmüş panayırın kuytu bir köşesinde gizli saklı ülkeyi nasıl terk edeceklerinin planı üzerinden geçiyorlardı. Çok sevdiği biricik eşini kaybeden Timirhan, elinde kalan tek varlığı olan kızından da koparılmaya dayanamazdı. Sabaha karşı saat dört buçukta Aluşta’dan gizlice İstanbul’a hareket edecek olan bir gemi ile bir zamanlar cennetten farksız bu toprakları terk edeceklerdi.

Babası, Sergey’in onlar için temin ettiği sahte kimlikleri incelerken, Aliya’nın meraklı gözleri kullanılamaz hale gelmiş atlıkarıncanın etrafında Pırtına’yı aradı. Biraz gezindikten sonra, çok geçmeden de buldu… Zavallı Pırtına, sağa sola atılıp hırpalanmaktan parlak boyası çizilmiş, yanıklar içerisinde, arka sağ ayağı kırılmış bir vaziyette, atlıkarıncanın arka tarafına yaslanarak ayakta zor durabiliyordu.

Usulca elini uzatıp Pırtına’nın yelesini okşamaya başladı:

  • Ben gidiyorum Pırtına… dedi pelteklikten kurtulmuş sesiyle. Babam artık başka bir yerde yaşayacağımızı söyledi. Öyle zannediyorum ki artık sevdiğim hiç kimseyi bir daha göremeyeceğim… diye sürdürdü konuşmasını. Sen de dâhil… Sence gideceğim yer buradan daha mı güzeldir? Orada da arkadaşlarım olur mu dersin? Hem belki bir gün annem de gelip bizi bulur, ha? Ne dersin?

Ardından başını üzgün bir şekilde yere eğdi. Birkaç saniye suskun bekledikten sonra atın boynuna sımsıkı sarılarak titrek sesiyle:

  • Ama şunu bilmeni isterim ki, nereye gidersem gideyim, ne seni ne de buraları asla unutmayacağım…

 Kırım Sürgününde tarif edilemez acılar yaşamış tüm canlara ithaf olunur… 

Erdem Can Özdemir – edebiyathaber.net (25 Şubat 2016)

Paylaş:

Yorum yapın