Fanzin: Kerem’in hikayesi | Murat Şâhin Öcal

Ocak 30, 1980

Fanzin: Kerem’in hikayesi | Murat Şâhin Öcal

 

k_MAli_Sade_t1Kim bilir kaç yıl önce yaptırılmış, artık kimse böyle pirinç isimlik asmıyor kapısına. Kalın etli bir pirinç dikdörtgen üzerine el yazısı görünümünde harflerle Osman Kalecikli yazılmış, altına da Manifaturacı Esnaf yazısı ortalanmıştı. Yaşlı insanların evlerine çöken köhnelik havasızlık ve kolonya kokusuyla mühürlü hava kapının arkasına kadar dayanmış, ardındaki isim levhasını kemirerek altın rengi parlak metali karartmıştı. Kerem, “Terlikle mi gelseydim,” diye düşünürken levhaya dokunup üzerindeki kararmanın temizlenip temizlenemeyeceğini kontrol etti. Eline bulaşan kiri duvara sürdükten sonra zil düğmesine dokundu.Artık modası geçmiş kuş ötüşlü zilin sesi apartman boşluğunda yankılanarak azalırken kapı açıldı.

Kerem  eprimiş halının üzerinden yükselen deterjan kokusu ve  koridorun solgun floresan ışığı altında yüzü yaşlılık benleriyle dolu küçücük  bir kadın tarafından karşılandı.Yeni temizlik yapılmış, kapıcının karısı bu eve de uğramış olmalıydı. Çantasını iki eliyle önünde tutup tokalaşma mecburiyetinden kurtuldu. Yaşlı insanlarla yeni insanlarla el sıkışmak konusunda kafası hep karışıktı. Öte yandan hastalar ve yakınları ile tokalaşmayı sevmez, evlere muayeneye gittiğinde şimdi yaptığı gibi bir önlem alırdı. Gerçi aynı apartmanda oturdukları için şimdiki ziyaret komşu ziyareti de sayılabilirdi. Yine de tokalaşmayı gereksiz ve faydasız bir temas olarak görür, elini uzatan olursa, “Hastaya dokunmadan… hijyen açısından. Kusura bakmayın,” diyerek ölçülü küstahlığından ev sahibinin takdirini alarak sıyrılırdı.

İçeri bir adım atıp ayakkabılarını çıkardı, Herhangi bir hasta evi olsa ayakkabılarını çıkarmaz, doğrudan hastanın odasına geçerdi. Ancak şimdi durum farklıydı. Hastanın, kendisiyle yaşıt torunu dedesine bakmasını rica etmiş, kadına geriatri uzmanı olmadığını söylemesine rağmen, yüzünü görebilmek  umuduyla bu kıpırtılı sesin ısrarını kabul etmişti. Ancak hastanın torunu evde yoktu, zaten şansın bu apartmana uğraması beklenmezdi.

Kavaklıdere’nin en mûtenâ caddesine paralel bir caddede, yoldan aşağı seviyede bir bahçesi olan apartmanda on iki daire vardı. Kerem giriş katında oturuyordu. Ferforje kapıdan girip, basamakları ağır adımlarla çıkan komşular, doktorun sık sık köpeğini dövdüğünü, hayvana hor davrandığını duyarlardı. Tümü emekli ve yaşlılardan oluşan apartman sakinleri, yıllardır yöneticilik görevini yükledikleri bu kırk yaşındaki gence söz söylemeye çekinir, zavallı köpeğin kaderine karşı çıkmaktan korkarlardı. Her ne kadar asık suratlı ve kadınsız da olsa; hem doktor oluşu hem de apartmanın belediye ile bir işi olduğunda, oradaki memurların sağlık işlerini SSK Hastanesinde sıra bekletmeden gördürüp apartman işlerini çözmesi yüzünden durumu sineye çekiyorlardı. Apartman yöneticiliği, emekli olup huzura erenler için baş edilmez bir bürokrasi eziyeti anlamına geliyordu. Öte yandan üç yıl önce adamcağızı köpeğiyle birlikte terk edip giden eski karısının edepsiz bağırışlarının kesilmiş olması da bir avuntu sayılırdı..

Kerem yaşlı hastanın odasına girip selam verdi. Yorganın altındaki dev vücut, yüzü duvara dönük sırt üstü yatıyordu. İhtiyar başını doktora doğru çevirdi. Uzamış beyaz sakalların arasında, solgun pembe bir mağaranın içinden düpedüz küçümseyen bir ses yükseldi. “Nerelisin?” İhtiyarın gözleri görmüyordu. Görmeyenlerin bakışındaki tedirgin edici keskinliğin üzerine sesindeki gür ve aşağılayan tını Kerem’i sarstı. Genelde hastaların hasta oldukları için kendisinden ve bütün tıp camiasından özür dileyen mahcup tavırlarına alışkındı.Şimdi ise karşısında tuvaletini kendi başına yapmaktan aciz bir et yığını kükrüyordu. Kerem, “Adamın sesi resmen odayı doldurdu yahu,” diye içinden geçirdi. Önemli insanlara özgü, at üstündeki süvari duruşunu kaybetti, omuzları düştü. Giymesi için terlik verilmemişti. Halıya basan ayakları pencere pervazına konmuş bir çift ürkek güvercin gibi birbirine sokuldu. “Erzincan,” diye cevap verdi.  İhtiyar yorganı beline kadar indirdikten sonra, “Aman iyi. Çubuklu falan olursun da,” diyerek eliyle havada bir yarım daire çizdi.

Doktor hastayı muayene etti. Seksen yaşından sonra kalça kırığı için yapılabilecek bir şey yok anlamına gelen yuvarlak sözler söyledi. Hastanın yaşının ameliyat için risk oluşturduğunu, ameliyatın başarı ihtimalinin zayıf ve çok masraflı olduğunu ekledi. Küçük kadın ayakta elinde kolonya şişesiyle Kerem’i dinledikten sonra, amcanın şeker hastalığını ciddiye almadığını çok yemek yediğini, torunların marifetiyle mutfaktan kesme şeker çalıp sakladığını şikayet etti. Kerem ihtiyarın öfkeyle, ” Bi sus gavurun kızı!” diye haykırışını anlayışla karşılamış gibi yaptı. Hastanın yerinden kalkmadan yapabileceği beden egzersizlerini anlatıp, kan değerleri ölçümü yapılması gerektiğini söyledi. Kısa bir sessizlik oldu. Duvarda karton kağıda bilgisayar yazıcısında basılmış iki kız çocuğunun fotoğrafları vardı. Teyzenin torunlar dediği, muhtemelen telefonda konuştuğu asıl torunun çocuklarıydı. Fotoğrafları alelusül basıp ninesine getirmişti. Oturduğu yerde stetoskobunu ve tansiyon aletini çantasına yerleştirirken cep telefonu çaldı. Karşı tarafı dinlerken bir ayağının başparmağı diğer ayağınınkinin üzerine binmiş, altta kalan parmağıyla halının desenindeki güllerin yapraklarını yolmaya çalışıyordu. “Tamam geliyorum, siz başlayın,” diyerek telefonu kapattı.

Sokağa çıkıp köpeğiyle beraber arkadaşlarıyla buluşmak üzere Tunalı’ya doğru yürümeye başladı. Köpek, kuyruğu bacaklarının arasında, bir kabahati varmış gibi yere bakarak duvar diplerinden  neşesiz sabit bir hızla ilerliyor, Kerem ise hep haklı olduğunu düşünenlerin yaptığı gibi insanların başının üzerinden göğe doğru bakarak yürüyordu. Kıtır’a yaklaşırken Kuğulu Park’ın kavaklarının dallarında hiç yaprak kalmadığını fark etti. Sadece ağaçların en yükseğindeki dalların ucunda birkaç yaprak, etraftaki aydınlatma lambalarının ışığını yansıtan değersiz madalyonlar gibi ölgün ölgün parlıyor, ağacın sonbahara tutunma inadını duyuruyordu Tıpkı az önce para almadan bakmak zorunda kaldığı ihtiyarın kesme şeker hırsızlığıyla hayatın son haz imkânına tutunmaya çalışması gibi. Tıpkı bir zamanlar topçu  olmak isterken babasının zoruyla doktor olduktan sonra, sokakta futbol oynayan çocukların şamatasından çöplenmek için gözlerinde beliren solgun ateşin zamana direnmesi gibi.  Oysa çoktan kış gelmişti.

Murat Şahin Öcal – edebiyathaber.net (23 Aralık 2014)

Paylaş:

Yorum yapın