Bir anlatıcı olarak Ferzan Özpetek | Feridun Andaç

Mart 18, 2014

Bir anlatıcı olarak Ferzan Özpetek | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifBir anlatıcı olarak Ferzan Özpetek’i sinemada izlerken, yer/mekân duygusundan insanın yeryüzündeki yaşama/var olma serüvenine dair albenili öyküler anlattığını düşünürüm hep. Belki de, onun filmlerini  zaman zaman dönüp yeniden izleme duygusunu bana veren de budur. Yani, içinde anlatacağı öyküsü olan bir yönetmenin/sinema anlatıcısının  insana/hayata albenili yaklaşımı benim için de bir çekim odağıdır.

Bakın, “fantezi” demiyorum ya da bunun yerine “absürd” kavramını kullanmıyorum.

Bir anlatıcı olarak onun öykülerindeki gerçeklik duygusu; yer/zaman/mekân, bellek, hatırlama, insandan insana gitme, humour, acı (alay), keder, sevinç, aşk, ayrılık, kavuşma, evlilik, burukluk, özlem, bekleyiş, tutunamama, başkalaşma, hiçleşme/şeyleşme gibi izleklerle bezenince, ister istemez onun anlatımcı yanı ve anlatısı sizde etki yarattığı gibi beklentiye de dönüşüyor.

Daha geçen gün, Serseri Mayınlar’ı yeniden izlerken; anlatılan öykünün kurmaca gerçeklik boyutuna, şimdi/geçmiş, yer/mekân, acı/ironi, burukluk/keder uçlanımlarında değerlendirmeye yönelmiş; onun bir anlatıcı olarak düzyazıya ne denli yakın durduğunu düşünmüştüm.

“Kısa Öykü Dersleri”mde John Wells’ın Aile Sırları filminin öyküleme  anlatım retoriği açısından çözümleme notlarımı öğrencilerime aktarırken; Özpetek’in bu filminin öyküsünün de mutlaka kurmaca gerçeklik  ve öyküleme sanatı açısından irdelenmesi gerektiğinin işaretlerini vermiştim.

Buna dair ders notlarımı çıkardığım gün, İstanbul Kırmızısı gelip beni bulmaz mı!

Anlatıcının Yolculuğu

Öyküler anlatmayı görsel bir şölen içinde, kolektif çalışma disipliniyle bize sunan Özpetek’in yazıdaki anlatıcılığı benim için sineması kadar “merak” konusuydu.

istanbul-Kirmizisi_172365_1Anlatısına yaklaşmakta biraz ikircikliydim. Bu ürküntüm “acaba anı mı yazdı” diyeydi!

Öyle ki; bir önceki dersimde öğrencilerime Hollywood’un bilinen/ünlü senaryo danışmanı Robert McKee’nin şu sözlerini aktarmış, hatta altını da iki kez çizmiştim:

Bir kültür dürüst,  güçlü öykü anlatımı olmadan gelişemez. Toplum, tekrar tekrar parlak ama içi boş, sahte öykülerle karşılaştığı zaman dejenere olur. Bizim insan ruhu ve toplumun karanlık köşelerine ışık tutan gerçek taşlamalara ve trajedilere, drama ve komedilere ihtiyacımız var. Aksi takdirde Yeats’in uyardığı gibi ‘merkezi elimizde tutamayız’

Bütün anlatım sanatları anlatıcısının neyi/nasıl anlatacağının bili’sini bekler. Çünkü her sanatçının içgörüsü kendi zihinleştirme sürecini de biçimler.

İşte bu süreçlerden geçerek karşımıza çıkan sanat yapıtının kurucusunu anlarız, ama neyi/nasıl yaşadığını çok da öncelemeyiz; hatta yapıtla aramıza girmesini dahi istemeyiz çoğu kez.

İstanbul Kırmızısı’nı okurken, Özpetek’in sinemacı kimliği ister istemez belleğinizin bir köşesinde belirir.

Kitabı uzun-kısa mesafeli yolculuklarımda okurların ellerinde görmem de biraz o yanından kaynaklanıyordu kanımca!

Gösteri toplumunun bir parçası olan sanatçının “kabul ve ret” arasında bir çizgide durması çok zor.

Yapıtın dolaşıma girmesi, ama kendini saklı tutması, hatta hiç öne çıkmaması “iyi sanat” adına ahlaki bir duruş, bence! Gelin görün ki ülkemizde bunu gerçekleştirmek güç. Çünkü orada varsanız, görünürseniz yapıp ettiğiniz göze gelir. Ama anlattığınız ne? Bunu kimse çok da umursamaz. İşte “iyi sanatçı” bu paradoksu bir biçimde aşandır. Gösteri toplumunun bir parçasına dönüşmeden kendi sözünü edip, yolunu belirleyendir.

Özpetek, benim gözümde biraz böyledir.

Yazdığı kitabın filmlerinin izleyicisine yetirince ulaşması önemli elbette. Ama beni asıl ilgilendiren “hikâye anlatıcısı” bir sinema insanının düzyazıda ne/yi-nasıl anlattığıdır.

ferzan-ozpetek-in-filmleri-ekvador-da-gosterildi-5265303_3546_oPopüler kültürün yarattığı algıyı öyle hemen kırmak mümkün değil. Bir sinemacıdan sinema sanatı/kendi uğraş serüvenine dair  yazılı bir  metin/anlatı beklemek çok doğaldır; zenginleştiricidir de üstelik. Bu anlamda Luis Buñuel’in Son Nefesim, Tarkovski’nin Mühürlenmiş Zaman anlatıları benzersizdir. Ingmar Bergman’ın yazdıklarının edebi birer anlatı oluşunu kim yadsıyabilir?

İşte Özpetek anlatısının önünde beni durduranlardan biri de bu oldu. Çünkü karşımda bir “roman” vardı. Üstelik filmlerinde yaşamdan sürekli beslenen anlatıcı kimliğiyle Özpetek, anlatı sanatını iyi bilen biriydi. Kurmaca gerçekliğin  dilini bilmesinin ötesinde görsel imgelerle yeni bir zaman dili yaratıyordu her filminde.

Anlatının Çağrısı

Bir yolculuk, dönüş anlatısı olarak başlayan roman, öykünün sonraki seyrinin imgelerini/işaretlerini ilk anda sezinletiyor: İstanbul, çocukluk, terkedilen ev, mahalle, bahçe, Roma, aile (baba, anne, kardeşler, teyzeler…)…bırakılmışlık, burukluk, kırılganlık ve sinema…

Bu ön-metin’den sonra iki katmanlı anlatının ilk bölümü başlar. “Kadın”/ “Adam” ekseninde birer sahne/tablo gibi dönüşerek süreduran anlatıda İstanbul yolcusu/gezgini Anna ile Yönetmen’in öyküleri ayrı ayrı anlatılır. Biri bugünde, kentin karmaşasında sürüklenişini yaşar; diğeri de dönüp geldiği çocukluk kenti/semtinde dünle bugün arasında bir iç yolculuğa çıkar. O da aslında bir sürükleniş içindedir. Gelip buluştukları noktada ise kentin o günlerdeki direnişi/eylemleri yaşanan zamanın ruhu olarak anlatıya siner.

Özpetek’in anlatısının çağrısı, (kahramanlarının) imgesel yolculuğu, düşsel kavuşmaları/karşılaşmaları elbette ki kayda değer anlamlar taşıyor. Bu görsel kurmaca ustasının yazınsal dildeki öykü anlatımı gerçeklik duygusuyla bezeli. Ben-öyküsel anlatımla el-öyküsel anlatımı dile taşınan hatırlanan/yaşanan zamanların anlatıcısı kılması, onları içte ve dışta yolculuklara çıkarması, yer yer geriye dönüşlerde anlatının daha baskın/duygusal tınısı daha yüksek ben-öyküsel dokusu bu ikili zamanı ayrıştırdığı gibi, Özpetek’in anlatısal söylemini de “sahih” kılmaktadır.

Anlatıdaki iç-ses/baskın ses durdurulan zamana hükmeden sestir. Anlarsınız ki, anlatıcı bir tınıdan ve görsel imgeden yola çıkar. indirBu da bir zamanlar/çocukluk zamanlarında yiten, ve ansızın çıkıp gelen babanın imgesidir. Onu çağrıştıran bir Venedik gondolu, annenin tutunduğu renk…Açımlanarak süren anlatıda aile sırlarının hatırlanması…

Geçişler, sahneler kurar anlatımında Özpetek. Yazınsal dili de görseldir. Ondaki zaman ve güçlü bir mekân duygusunu öne çıkaran bakış sanki filmlerindeki öykülerle örtüşür. Ve benzersiz “güney” metaforu.

 “Olmuş bir roman mı İstanbul Kırmızısı” derseniz; olabilecek/yazılabilecek  iyi romanlara bir işaret diyebilirim.

Yaşamdan beslenen yazıda neyin anlatılmayacağını biliyor Özpetek. Bu, bir anlatıcı için olmazsa olmaz bir ilkedir.

Anlatı(sı)nın “kahraman”ı “Adam” (yönetmen) onun kimliğine dair özyaşamsal izler taşısa da; orada bile (kısa keserek) anlatısını anı-roman seyrine, bir iç dökmeye dönüştürmüyor.

Gerçi okur(un)da öyle bir beklenti olsa da; anlatı “Ferzan Özpetek kitabı” olmaktan kurtuluyor.

Ferzan Özpetek’ten bir Nedim Gürsel ya da Alessandro Baricco çıkar mı? Kendini yazıya adarsa neden olmasın! Üstelik onu Baricco’ya daha yakın bulurum. Ama sinemanın ondan beklentisi daha fazla sanırım!

Üstelik İtalyanca yazan biri olması iki dildeki beklentileri çok farklı yerlere çekebilir. Bu konudaki seçimini belirleyecek olan da gene yazacağı konulardır eminim. Hele hele duygu dilinde yazmayı öncelerse…

Anlatının Öte Yüzü

İç içe dönüşüp buluşan “Kadın”/ Anna ile “Adam”/Yönetmen öyküsünde yerdeş zaman/mekân kavramı gözetilse de; iki katmanlı Book1anlatıda duygu dili/anlatımı daha yoğun buruk olan “Adam”ın öyküsüdür. Anna’nın öyküsünde turistik merak adına gösterme/anlatma, bu eksendeki bağlanılan-dillendirilen imgeler/mekânlar/yerler “yabancı okur” algısına dönük bir “İstanbul kitabı” kılıyor anlatının bu faslını.

Oysa dönülen/hatırlanan zamanın öyküsündeki çocuklukta yaşanan buruklukların/sevinç ve duygululukların, keşiflerin taşındığı iç-zaman öyküsü okuru daha bir avucuna alıyor. Kendi olan bir anlatıcı. Anna ise parçalanan bir hayatın, sürüklenişin seyrini getiriyor o kadar. Şu da var ki; anlatıyı asıl taçlandıran, iki öyküyü, anlatı katmanını buluşturan “Güneye Doğru” başlı başına bir anlatı senfonisi.

Aşktan ve tutkudan bir gelecek kurma umudunu insanlara taşıyan bir anlatıcının duygu diline tanıklık için okunmalı İstanbul Kırmızısı. Yer yer  kendi çocukluk cennetinize dönerek, burukluk çağlarını hatırlayarak, kırılgan zamanlarınıza özlemle bakarak kendi kentinizin öyküsüne döneceksiniz eminim. Ve belki de kendi unutulan/yaşanan/hatırlanan zamanınızın rengini bu anlatıyla keşfedeceksiniz…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Mart 2014)

Paylaş:

Yorum yapın