Michel Foucault’nun “araladığı kapıdan geçmek” | Emek Erez

Şubat 19, 2014

Michel Foucault’nun “araladığı kapıdan geçmek” | Emek Erez

1014893_585621258190047_1549490005_oMichel Foucault düşüncesini anlamak günümüz toplumu için oldukça önemli görünüyor. Bu nedenle hakkında ne kadar çok yayın olursa sanırım onu o kadar yakından tanıyıp, üzerine cümleler kurmaya devam edeceğiz.  Tamda bu nedenden  dolayı Teorik Bakış dergisi Michel Foucault sayısından bahsetmek anlamlı olacak. Ali Akay’ın koordinatörlüğünü yaptığı derginin Foucault sayısı Sibel Yardımcı ve Sanem Güvenç Salgırlı tarafından derlenmiş. Dergide Foucault üzerine ikincil okumalara yer verilirken bizzat Foucault’ya ait bir konferans kaydı da yer alıyor.

Dergi Dainiel Defert söyleşisi ile başlıyor. Bu uzun söyleşi Foucalt’nun kavramları arasında bizi dolaştırırken, onun akademik serüvenine dair de bilgiler sunuyor. Defert’e göre Foucault hakikatin inşa edilişini değiştiren bir düşünürdü, çünkü o güne kadar hakikat hep tanrılara ya da egemenlere has bir durumken Foucault hakikatin halktan birisi tarafından; örneğin bir çoban tarafından da söylenebileceğine odaklandı. Bununla birlikte Foucault düşüncesi kurucu öznelere değil de kurulan öznelere göre konumlanıyordu; örneğin birisi birisine deli olduğunu söylerse, deli olduğunu duyan kişi deli bir özne olarak kurulur. İşte Foucault özneyi kuranları değil kurulan özneleri görünür yapan bir düşünce sistemiyle ilgilenir ve böylece o iktidarın ürettiği özneleri yeniden kurar. Dergide yer alan bir diğer makale olan, Paul Veyne’nin “Foucault ya da Tarihte Devrim” başlıklı makalesinde de aslında bu yön öne çıkıyor. Foucault’nun kavramları Veyne’nin deyimiyle “buz dağının görünmeyen yüzü” ile uğraşıyor ama bunu yaparken ilişkisel bir felsefe anlayışı güdülüyor. Çünkü buzdağının görünmeyen yüzü görünen yüzü ile ilişkisel anlamda bağlı. Foucault’nun yaptığı buz dağının görünürlük çizgisi altında kalanı üste çıkarmaktır diyor Veyne ve buna “seyreltme” adını veriyor. Tarihsel oluşum başlangıç ve sonuç olarak ilerlemez, arada sapmalar vardır. Foucault bu sapmaları görür ve seyrek rastlanan durumların belirleyiciliğini öne çıkarır.

MichelFoucaultMichel Foucault “Kliniğin Doğuşu” adlı kitabında “İnsan vücudu artık çizgileri, oylumları, yüzeyleri ve yolları tanıdık olan bir coğrafyaya göre tanımlanmış anatomi atlasıydı” der. Dergide yer alan Foucault’ya ait konferans kaydı “Ütopik Beden” belki bu noktadan ele alınmalı Descartes’ın ruh ve beden arasında yaptığı katı ayrım insan bedenini bu süreçten sonra nesneleşmiş, makineleşmiş bir beden algısına doğru evirmiştir. Foucault “bedenim ütopyanın aksidir” derken, bedenim aslında vardır der, çünkü beden başımızı alıp yitmek istesek, görüntüsünden memnun olmasak bile bizimledir. Bedenimiz Foucault’nun deyimiyle “her sabah aynanın dayattığı kaçınılmaz bir imge olarak gözlerimizin önünde şekillenir.” Ancak ruhumuz ne kadar öldürülmüş ve yerine bedensel kimliğimiz verilmiş olursa olsun, biz varızdır ve ütopik değilizdir.

Foucault üzerinden Hardt’ın geliştirdiği militan teori bizi felsefi ve siyasi bir militanlığa teşvik ediyor. Foucault düşüncesinde bir minöriteden çıkışın yolu “otoritenin reddi ve iktidarın reddi ve yönetimin karşısında bir itaatsizlik eylemi” olarak görünüyor. Minöriteden çıkışı sağlayacak olan ne entelektüeller ne de devrimci liderler, çünkü onlar da bir minörite durumu oluşturuyor foucault08özerklik vaaz ettiklerinde bile otoriteleri olduğu için itaat yaratıyor” ve bu da bir çıkış bulunamamasına sebep oluyor.

Dergide Guattari’ ye ait metin Foucault’nun hem hermenötik (yorumsamacı) okumadan hem de yapısalcı bir anlayıştan nasıl kaçındığına değinirken, Guattari onun anlayışının Deleuze ile kendi çalışmalarına nasıl yansıdığından söz ediyor. Buradan yola çıkarak “yersiz yurtsuzlaşma” ve “arzu” gibi kendi terminolojilerinden kavramlarla sözü Foucault’nun bakış açısında iktidar, özne, sözce, tekillik, varoluşçuluk kavramlarına getiriyor. Konuyu Foucault ve Deleuze üzerine getirmişken Pierre Zaoui’nin “mê phuani” kavramına bağlamak yerinde olacak; Zaoui’ye göre birbirine benzemeyen bu iki filozofu birleştiren ortak bir şey vardır o da “mê phuani” yani “doğmamış olsaydım”. Olmaktansa olmamak. Bunun anlamı bir yok oluş stratejisidir. Çünkü onlar yazarken ve yaşarken yok olurlar ama bu yok oluş bir ölüm çığlığı değil, bir yaşam çığlığıdır. Kısacası birbirinden farklı bu iki filozof ortak bir arzuda, mevcut olmayanı var eden bir oluş biçiminde, belki kendilerinin de fark etmediği bir anlamda ortaklaşırlar.

Dergide dikkate değer makalelerden birisi de Ali Akay’ın Foucault’nun çok üzerinde durulmayan “stultitia” kavramı üzerine analizi. Kelimenin Foucault’da anlamı “mutlak açıklık”. Stultitia sahibi kişi hayatında hiçbir hiyerarşiye ve kaygıya yer vermeyen, selameti düşünmeyen kişi olarak tanımlanıyor. Akay’a göre Foucault aynı zamanda bir stultitia insanıdır; çünkü endişe kavramı ve bilgelikten söz ettiğinde bile aslında bunların karşısında bir stultitia olarak durur. Bu nedenle yazara göre Foucault’nun adındaki “fou” yani “deli” kelimesi belki de tesadüfi değildir.

foucault01Dergideki diğer yazı Collier’e ait yazar Foucault’nun kitapları üzerinden kavramların değişimini incelerken dönemsel totalleştirici bir analizden, topolojik analize kayışı ele alıyor ve ona göre biyoiktidar ve yönetimsellik kavramlarının ortaya çıkışıyla tartışılan aynı döneme ait değişim, yeni kavramlar ortaya çıkarmıyor ama analiz yöntemleri farklılaşıyor. Ancak değişikliğe uğrayan kavramlarda var; örneğin düzenleyici iktidar daha sonraki dönemde güvenlik olarak karşımıza çıkıyor. Son yazı Engin Sustam tarafından kaleme alınmış. Yazar biyoiktidar kavramının tarihsel olarak edindiği anlamların bu günün toplumuna yansımalarını inceliyor. Ona göre; biyoiktidar artık disipliner etkiler altındaki bireyin bedeninden çok, parçalanmış öznenin tarih içinde, insan yaşamına yönelen bir siyaset normunu ifade ediyor.

Teorik Bakış üçüncü sayı bu kısa yazıya sığdıramayacağımız kadar çok şey söylüyor. Ali Akay’ın dediği gibi “her şeye başka türlü bakma zamanı, kapısını Foucault araladı: İçinden geçmek bize kaldı”.

Emek Erez – edebiyathaber.net (19 Şubat 2014)

Paylaş:

Yorum yapın