Yaşasın video öykü! (16-uygulama)

Aralık 2, 2013

Yaşasın video öykü! (16-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “dört” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

Yedi Gün | Refik Aldoğan

1.Gün 

Onu ilk kez gördüm. Tam karşısına dikilip ona baktım. Ahşap bir sandalyeye oturmuş. Eli havada asılı kalmış gibi hiç kıpırdamadan duruyordu. Elinde bir kadeh, kadehte yavaşça bedenimden çekilmekte olan kanım… Uzaktan sesleniyorum, fark etsin diye. Sesim ona gitmiyor. Aramızdaki cadde büyüdükçe büyüyor, o ise küçülüyordu. Belli belirsiz… Uzakta bir nokta olduğunda bırakıp gidiyorum.

2.Gün 

Artık işsizsim. Bir günün tamamında seyredebilirim onu.  Eflatun elbisesini, omuzlarından dökülen kara saçlarını, geniş vücudunu…

3.Gün 

Bir dakikalık uykusuzluğumda karşımda soyunuyor. Sonra utanıyor. Hemen giyiniyor. Yanına gitmek istiyorum. Ayaklarım olduğu yere kök salmış. Kökleri uzayıp bir dünyayı arasına almış da sadece onun olduğu yere ulaşmıyordu. Bugünde yalnızca seyretmek kaldı.

4.Gün 

Bugün sigaraya başladım. Dudaklarım sararıncaya kadar da bırakmadım. Sigaramın dumanı benden şanslıydı. Benim ulaşamadığım yere ulaşıyor, saçlarının rengini bozuyordu. “Kusura bakma. Sana ulaştırabildiğim ancak bu” deyip bir tane daha yakıyorum.

Sigara dumanından zülfü sararmış

Meğer yâre hain davranmak yararmış

5.Gün 

Pek güzel bir gün değil. Oturduğu yerle uğraşıyorlar. Bir sandalye daha koydular masasının yanına. “Bugün geleceğim” dedim yanına. Çok sürmedi hayalim hemen söndürüldü. Yanına birini koydular. Kendi gibi geniş, bir o kadar da kısa bir herif… Bir küfür savurdum. Sana da seni oraya koyana da… Devamı getirmedim. Getiremedim. İkisinin yüzünde de aynı gülümsemeyi görünce hangisine diye şaşırdım.

6.Gün 

Şimdi kaçmak, bırakıp gitmek geliyor içimden. Yok, yapamıyorum. Olmuyor. Yanlış anlamayın, onu görmek istediğimden değil -umurumda değil artık-. Oturduğum yere öylesine alışmışım ki artık nereye gideceğimi bilmiyorum. Öyle hemen “saçma” demeyin. Oluyor işte.

7.Gün

Bugün yatağımda uyandım. Daha güneş doğmamış. Öyle erken uyanmam, sarhoşun biri suratıma işemeseydi daha da uyurdum. Şimdi oldu mu diyorsundur okuyucu. Olsa da yazdım olmasa da.

***

Aşk Karanlıktan Doğar | Hasan Cüneyt Bozkurt

Daha fazla dayanamadı. Arabayı sağa çekip camı açtı. Kaygı, sağanak asit yağmuru şeklinde midesinden asfalta aktı. Adam tükürdü. Doğrulup dikiz aynasında kendine baktı. Hayal kırıklığına uğramamak için hayal kurmamaya karar vereli kaç yıl olmuştu? Hatırlamıyordu. Hatırlamak da istemiyordu. Kadının evine gidene kadar aklını geçmişten uzak tutmaya çalıştı.

Arabayı sokak lambasının altına park etti. Kontağı kapattı. Cesaretini toplamalıydı. Defterine yazdığı sözleri düşünüyordu: “Tanrı, aşk hikâyeleri yazmayı beceremez. Ya bir şeyler eksik olur ya da fazla! Buna karşılık yazarlar Tanrıya meydan okuyup kendilerini ispatlamışlardır. Bu tutkulu insanların dilinde üç kelimenin karşılığı yoktur: Zorunluluk, çaresizlik ve pişmanlık. İşte bu yüzden hepsi hayalperest, hepsi başka dünyaların peşinde, hepsi çocukturlar. Aşk ile yazarlar, aşkı yazarlar, yürekten okunurlar. Tanrı biliyor ya… Âlemler arasında bir yerde kalem oynatırlar. Onlar inanmış, adanmış, inatçı insanlardır. Kaybedince yeniden dirilmek üzere yer altına çekilirler. Aşk, karanlıktan doğar!”

Yer altına dönmek istemiyordu. “Kaybedecek neyim var?” dedi. “Komik duruma düşmekten mi korkuyorum?” Bulunduğu yerin, düşmekten korktuğu yerle kıyaslandığında pek de iç acıcı olmadığını fark etti: Yalnızlık, sevgisizlik ve beklentiler.

Arabadan indi. Apartman kapısına kadar hızlı hızlı yürüdü. Sağdaki listede kadının adını buldu. Parmağını zile yaklaştırdı. Mesafe azaldıkça bir şeyler gırtlağına çöküyor, onu boğmaya çalışıyordu. Bu saldırıdan kaçan kelimeler sayıklama halinde adamın ağzından dökülmeye başladılar: “Merhaba, ben… Merhaba ben geçen gün bankamatik kuyruğunda… Bankamatik kuyruğunda beklerken tanışmıştık ya… Evet, sizi takip etmiştim. Biliyorum hiç hoş bir davranış değil. Fakat…”

Yapamadı. Eli havada kaldı. Onun hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Bacakları uyuştu. Sessizlik sinir bozucuydu. Sağ omzunun iki parmak aşağısı ince ince sancılanmaya başlamıştı. Kolu yana düştü. Birkaç adım geri çekildi. İkinci katın ışıklarına baktı. Bir pencere aydınlıktı. Mutfak mıydı, oturma odası mı, seçilmiyordu. Perdeler kapalıydı ve gölgesizdi. Kadın tek başına mı yaşıyordu? Evli miydi? Şu anda ne yapıyordu?

Bilmiyordu. Dişlerini gıcırdattığını fark etti. “Böyle beklemektense…” dedi,“Kimse masum değildir, aşk bile”. Zili çaldı.

*** 

Şansımız Varken | Onur Karakaya 

İşten çıktım. İşi bırakmak anlamında değil. Keşke öyle olsaydı! Gün sonuydu. Kendimi Sanayi Devrimi’nin ilk beyaz yakalılarından, sonbaharı da Paris’in çocuğu sayıyordum. Ben yalnız, yorgun, kaygılı iş insanı; Paris’in sonbaharı ise yağmurlu, akşamı puslu, dünü bugünü yaprak dökeni…

Normalde eve iş götürmeyi sevmez, diğer çalışanların aksine geç çıkmayı severdim. Patronumuz ücreti mukabil mesaiye bırakmaya bayılır, eve iş götürülmesinden mutluluk duyardı. Ofistekilerin çoğu evlerine gitmişti. Yalnızlıktan kapıya kilit vuran ben olmuştum. Yalnız bir adamın hızlı adımları vardı üzerimde. Öyle ya, yalnızlar bu yüzden hızlı yürürdü. Tanıştırmayı unuttum; elimde çantam, fötr şapkam, grantuvalet kıyafetim, etrafımdaki mutluluktan ölen ve yalnız kalmayan tüm insanlar, hepsi benim kaderim…

En son Vint’le gittiğim La Petite restoranın karşı tarafından geçiyordum. Onunla bir şeylere başlayabilirdik, bir diyemediğimiz için arkasını getirememiştik. Kafamdaki Vintli düşüncelerin ağırlığından mıdır bilinmez, yolda tanıdık birisiyle karşılaşan ve kucaklaşan insanların durması gibi birden durdum. Neyse ki yolu kapatmamıştım. Karşılaştığım kimse yoktu. Herhangi bir arkadaşıma randevu da vermemiştim. Ancak Vint’le oturduğumuz masaya bakarken onu gördüm. Başta bir tabloydu gözümde. Şarabı aldığında anladım bizden olduğunu. Biz kimdik ki onun yanında? Ne olabilirdik? Tanrım âşık mı olmuştum? Zaman durdu. Mekân ağırlığını yitirdi. Yerçekimi dünyanın her yerinde etkisini kaybetti. En azından Paris’in Şanzelize Caddesi’nde kendisinden eser yoktu.

Sağa sola bakacak vakit bulamadan bir adım atsam. Kurallara uymadığımdan değil, ondan gözümü alsam kaybederim gerçekliğini. Tarafsız attığım adım, damlalarını saydırır suya. Önce şarabını düşürür, sonra o da bir adım atar. Aldım verdim oynardık. Heyecanlanır, kocaman bir adım daha atarım. Sağımdan gelen Cadillac, yaşadığımız metafizik olayın farkına varamadan çarpar. Çözülmüş maddeler, esneyen bedenim, çekimini kaybetmiş yerçekimi durdursa otomobili, hatta parçalara ayrılsa onun parçaladığı cam parçaları gibi… Parçalarımız, dudaklarımızı birleştirdiğimiz yerde bir araya gelse… Düşse… Evet! Düşse bu düşündüklerim, ben onun yanında olmalıyım. Henüz araba çarpmadan, cam kırılmadan, bizler yara almadan…

***

Bir Adım Gece | Çağla Meknuze Kırant 

Hayat bildiğiniz gibi… Mevsim kış… Hava puslu… Bacalarda duman, sokaklarda aceleci adımlar var. Vakti yok kimsenin, kimseye gülümsemeye. Acele var, işten eve evden işe. Mevsim kış… Hava  puslu… Hayat bildiğiniz gibi… Oysa tek bir an durdurabilir tüm gezegeni.  Bir gülümseyiş aşabilir tüm mesafeleri. Bir adım dönüştürebilir nice maddeyi. Suyu köprüye, şarabı mühre, camı pamuğa dönüştürebilir. Açabilir gecenin rengini, bir kadın ve bir adam eğer isterlerse…

edebiyathaber.net (2 Aralık 2013)

Paylaş:

Yorum yapın