Bir gülümsesen inanırım yaşadığıma, ah “Lila, Lila”! | Anıl Ceren Altunkanat

Ekim 25, 2013

Bir gülümsesen inanırım yaşadığıma, ah “Lila, Lila”! | Anıl Ceren Altunkanat

lilalilaKabullenilmek… Onaylanmak… Ait olmak… Sevilmek… Yani aynalar edinmek; var olduğunu sana kanıtlayacak, hak edilmiş bir “Ben” demeni sağlayacak aynalar edinmek… Sorun genellikle budur; kendini başkasının gözünde görmeden –“göze girmek”– kendinden söz edemezsin. Yapboz ittifaklar, iki nefeste kuruyan aşklar, delice bir koşuşturma; tüm bunlar ne için? Şöyle ağız dolusu bir Ben demek, diyebilmek için. Hele hele ilk gençlikte. Onaylanmalı, yansımalı… ve böylelikle yavaş yavaş kurulmalı benlik. Ya da çoğunluğa uyup yansımayla doymalı; insanın bir sürü işi gücü var, değil mi ya?

Ama Lila, Lila’nın (Martin Suter, çev. Nafer Ermiş, İthaki Yayınları, İstanbul, 2010) David’i o bir sürü iş güç içinde, ille de kabul görmek derdinde. Pek avantajlı bir konumda değil üstelik; Esquina adlı barda çalışıyor – şimdilik. (Burada uzun bir parantez: Esquina ve sakinleri, beni 2000’in ilk yıllarına, 45’lik’e, Neva’ya, eğlenmeye doymadık mı, hop Caravan’a, gece uzun diyorsan, bir de Eski Kemancı’ya götürdü. Belki bu anımsama tünelinin kabullenilme sorunuyla ilgisi vardır. “Gençlik kaba cephane”*; ne yapsak mekânın sakinleri “Onlar”dı, bizse – avantajlarımızın kıvraklığına kendimizi inandırmış olsak da – hep acemi ve hep yabancı, hep onlardan olmayan. Seni o kadar iyi anlıyorum ki David, nemli bir gülümseyişle okudum seni…) Yaklaşmak istediği bir grup, gözüne kestirdiği bir rol modeli de var ama zor; açıktan açığa itiyorlar onu. O da hemen herkes gibi en meşru ve alışıldık yolu seçiyor kabul görmek için: âşık oluyor. Hem de her şeyi basit ve güzel (bu tehlikeli bir bileşimdir; bilen bilir) bir kıza; Marie’ye. İş burada kalsa şu satırları okumuyor olurdunuz; Martin Suter adı da dudaklarımdan sevgiyle dökülmezdi. Hayır, işler pek öyle aşk pembesi değil; boğucu, yapış yapış bir lila. Çünkü aşkın şöyle bir açmazı vardır çoğu zaman: bu kadar yaygın bir uğrak olunca, insan bir o kadar da kolay olduğunu sanır. Kendini zorladığı onca savaşın ardından kendi olmak için küçücük bir adım: seviyorum, seviliyorum. Şimdiye kadar anlamayan kaldıysa, hayır, bu iş böyle yürümüyor. Ama bu kadar aşk yeter, hem David aşkı buldu, gerisinden bize ne?

David, kendini bulmak (kabullenilme) için giriştiği arayışın (aşk-sevilme) mutlu sona bağlanmasının yolunu bulur: başka birinin yazdığı metni sahiplenmek. Ne şiirsel, değil mi? Kendin olmak için başka birinin kılığına ve kalemine bürünmek! Artık iki metin ve örtük bir üçlemeyle ilerliyoruz. Lila, Lila’nın kendisi (ki Martin Suter sağlam bir şaka yapmış, bu elimdeki de “esas” roman değilmiş gibi bir his içindeyim) ve romanın içindeki roman; postmodernizme pabuç bırakmayan has bir aşk öyküsü! Ve üç adam: Peter Landwei, romanın kahramanı; Alfred Duster, romanın yazarı; David, bizim David. Bu sanki benliğin üçe bölmesi gibi; idealim, ben ve onların gördüğü. Bu üç erkek aynı metin etrafında, aynı açlıkla birbirini buluyor. Üçü de ancak seven bir gözdeki yansımayla kendi olabileceği inancında; üçü de korkunç bir sevilme/onay görme susuzluğuyla kıvranıyor. Üçü de “yansımaya” ölümüne bağımlı. Ve üç kadın: Sophie, Marie, Lila; ideal, ben ve onların gördüğü. Suter gıdıklamayı seven bir yazar, adeta mahrem bir sıcaklıkla okşuyor okuru – hırpalandığını sonra fark ediyor insan.

1272625_385782708215648_1299458240_oBunca çoklu kişilik bunalımının ortasında çalıntı roman beklenmedik bir ün kazanıyor. Bu ünü borçlu olduğu eleştirmenin sözleri en dıştaki okur kitlesini – bizden söz ediyorum – bir hayli güldürüyor: “Toplumda yer bulamama ve aynı zamanda kimlik arayışı hikâyelerinin sonu geldi.” Bak sen!

Romanın ünlenmesi bir yandan iyi, aşk da büyüyor – okurken insanı ürküten bir naiflikle. Ama ün her zaman pislik taşır: Al sana Jacky. Bu evsiz ayyaş, romanın yazarı olduğunu iddia ediyor ve romandaki aşkın (ironik bir sırıtışla, “O romandaki hayali belki gerçek yapmaya” diyesi geliyor insanın) arılığına dünyevi olanın tokadını basıyor: şantaj. Jacky de bir tür iç benlik; David’e en büyük işkencesi, onu kendine giydiremediği benliğe girmek için zorlaması. İster Alfred diyelim buna ister Peter ister “yazar.” Suçun örtbas edildiği bir yüzleşme ve yozlaşma ilişkisi kuruluyor aralarında. Bu ilişkinin bize armağanı: sözün bu denli çekirdekte yer aldığı bir metinde, cinayetin satıra düşmesi midir işlenmesi midir trajik olan?

Ve – korkarım mesleki nedenlerle – romanda en sağlam, en güvenilir (eğri oturup doğru konuşmak gerek, kimsenin metnini kendine mal etmiyor en azından) bulduğum karakter: Karin Kohler. İnançlı ve inandırıcı olacak denli yorgun editörümüz. O roman da bu roman da ona çok şey borçlu ama o kendini geride tutmayı, en azından çamura bulaşmamayı başarıyor. Benlik sorununun bu denli sarstığı bir metinde sığınak adeta. Evet, onu sevdim bu yüzden soyadıyla andım – benlik ve “soy” not düşüle.

Lila, Lila… Neden bilmem, okuması bu denli keyifli, bu denli akıcı bir metin, hakkında yazarken bana bitmez işkenceler etti. Gecelerdir başındayım; bir elde Lila, Lila, bir elde Aşk Felsefesi (Irving Singer’ın “değer verme” ve “değer biçme” ayrımı aşka ilişkin çok şey söylüyor. Kitap Doruk Yayınlarından çıkıyor, kasımda raflarda olacak), kucakta kediler… Olmadı da olmadı… Pati aşkına bile olmadı (ve sanırım bu yüzden olmadı, şu an kucağımdaki yavru bu klavyeye vurma işini kısa kesmem için akıl almaz bir basınç uyguluyor). Belki kabullenilme, belki aşk, belki metin içinde metin bulmacasını sunduğu bitimsiz olanaklar… Alıntılarla işi kolaylarım sandım, o da olmadı. Lila, Lila alıntıya gelmeyen bir metin. İçinde masaya süreceğim çarpıcı, “damardan” cümleler yok; metin bir bütün olarak sarıyor okuru – her iki metin de. İnceliğini borçlu olduğu öğelerden biri de bu bence: alçakgönüllü ve kendine yeten bir yapı Lila, Lila. Bir kayıp duygusu, zaman zaman bir korku eşliğinde okutuyor kendini. Tam da şimdi bir alıntıya yer açılıyor işte: “Tanrım, lütfen sonu acı bitmesin.”

Lütfen.

* Murathan Mungan’ın “Manşet” şiirinden.

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (25 Ekim 2013)

Paylaş:

Yorum yapın